Prison Break ve Gerçek

November 6th, 2006

Mekan : Hacettepe Gölü ‘nün biraz Karlı, biraz Sonbahar ambiyanslı Hali
Zaman : 06Kasım2006pazartesiöğledenSonra
Müzik : Prison Break – Ferry Corsten

Gözlerimi açtığım andan itibaren koştuğumu farkediyorum. Arada bir arkama bakıyorum. Biraz karla kaplı, yarı çamurlu patika ayağımı kaydırıyor ama yine de hız kesmiyorum. Yolun (!) kenarındaki ot çalı ayağıma çarpıyor, bağcıklarıma dolanıyor ama durmak için zamanım kesinlikle yok. Ağzımdan çıkan beyaz buhar kısa süre içerisinde kayboluyor ve bu her an tekrarlanıyor. Sol tarafımdaki iğde ağaçları arasından yarı görünen Hacettepe arazisine bakıyorum, ve dikenli tellerin arasından eğilip geçmek için birkaç saniye için duraksıyorum.

iki farklı kurumun arazisine girip, iki farklı yasağı çiğnediğimi biliyorum. Ayrıca orman içerisinde çıkarılan yangınlar için alınan önlemler aklımda. Renk doygunluğu ve netlik azalıyor, birkaç gün öncesinde gidiyor görüntü. “Several Days Before” altyazı geçiyor. Yine koşuyorum ama kar yok, karşımda Settlers 2 oyunundan ve hatta Yüzüklerin Efendisinden fırlamış bir dwarf görünümlü ama boyutları çok da cüce olmayan orman bekçisi : ( O – Hocam, kimsiniz? Ben – öğrenciyim, antrenman yapıyorum. O – Ormana girmek yasak zaten. Ben – Olur mu yahu, kaç senelik antrenman alanım burası benim. O – Ama köpekler salınık. Ben – Köpekler mi? O – Rotweiler ve Pitbull. Ben – Yuha. O – Neyse ben bırakıyım sizi şu ileriye kadar, bazen bana bile dış gösteriyorlar. ) Daha sonra eline sapı dahil tamamı metal olan baltayı alıp, dwarf imajını tamamlıyor. Neyseki dünyanın en katil iki köpeğiyle karşılaşmıyoruz.

Renk doygunluğu ve netlik normal haline geliyor, şimdiki zamandayım. Kamera, çamura ve kara bulanmış mavi spor ayakkabımın yere düzenli bir şekilde vurmasını yakın çekimden takip ediyor. Koşarken yanından geçtiğim çam ağaçlarının dallarında biriken karlar dökülüyor. Bilkent Fox River dan kaçarcasına uzaklaştığım ve arazide kendimi kaybetmeye çalıştığım bu saniyelerde bir köpek havlaması duyuyorum. Bir süredir takip ettiğim kardaki köpek izleriyle aynı yöne gitmekteyiz halbuki. Ardıma bakıyorum, sanki gardiyan Bellick ve adamları özel eğitimli kurtlarla peşimdeler. Ağaçların arasından -cücenin mekanından- dumanlar yükseliyor. Yoluma hızla devam ediyorum. Kulağımdaki müzik tempomla mükemmel uyuşuyor. Sağ elimle taşıdığım yarım litrelik suyu sol elime geçirirken farkediyorum ki parmaklarım taleplerime zamanında ve tam cevap vermiyor.

Açık araziden tekrar ağaçlar arasındaki çok ince bir patikaya girerken -Patatatata- şeklindeki helikopter sesini duyuyorum. Koşmayı bırakmadığım halde kafamı kaldırıp nerede olduğunu tesbit ediyorum. Beni arıyor olmalılar. Hızla ağaçların arasına dalıyorum. Ufak göletin kenarında oynama hamuru kıvamındaki kıvrımlı patikadan ilerliyorum. Bastığım yerde ayakkabımın izi çıkıyor. Bu şekilde izimi kaybettirmem zor. Köpeklerin kokumu kaybedeceği bir su geçişi arayışına girmiyorum. Ufak göletin karşı tarafına geçerken, düzgünce yapılmış set üzerindeki başaklar bana Gladyatör’ deki sahneyi hatırlatıyor.Avcumu okşarcasına kafalarına değdirsem de soğuktan birşey hissetmiyorum.

Metal bir köprüden gürültülü birşekilde geçtikten sonra duruyor ve geldiğim yola bakıyorum. Görünürde bir takip görünmüyor? Ama tepemde birkaç kilometrekarelik alan içerisinde yuvarlaklar çizen askeri helikopterin sesi henüz kesilmiş değil. Göz ucuyla onu takip ediyorum. Buz gibi olmuş sudan bir yudum alıp, cebimdeki gofretlerden birini yerken içime dolan soğuk rüzgar böbreklerimi donduruyor. Terden yapış yapış olmuş ve vücudumla bir olmuş atlet, duraksadığım saniyeler içerisinde beni hipotermi tehlikesiyle karşı karşıya bırakmaktan çekinmiyor. Åžarkı bittikçe yeniden başlatıyorum. önceki gelişimde sarı, kırmızı, yeşil olan yaprakların çoğunun döküldüğünü görüyorum.

çemberi git gide kısaltan ve sayıları ikiye çıkan helikopterlere birer bakış attıktan sonra kronometreyi başlatıyorum. Tekrar tempo artıyor, kalp atışları hızlanıyor, sıcaklık yükseliyor, üşümemeye başlıyorum – tabi parmaklarım hariç. Eldiven almalıydım. Ağaçlardan döküldüğü halde henüz rüzgar tarafından uçurulmamış, pastel renkli yaprakların üzerine basınca çıkan sesi dinliyorum. Esasında pastel renklerin hangileri olduğunu da bilmiyorum. Kimin umrunda deyip, kapşonlu kafamı arkaya doğru çevirip takiptekilerin yaklaşık yaklaşmadığını kontrol ediyorum. 860 metrelik, asfalt tabanlı ama trafikten – medeniyetten gayet uzak dikdörtgen parkurumda tur sayıları artıyor.

3. tur, 13. dakika. Sinirlenmeye başlıyorum. Toplam adım sayım arttıkça en suratsız halimi takınıyorum, özellikle yokuşlarda tempolu nefes alışveriş yerine, inlemeler duyuluyor artık. 4. tur, 17. dakika. Lanet olası helikopterler hala tepemde, göz temasındayım sürekli, arada bir köpek havlaması duyuyorum. Parçayı baştan alıyorum. Koşmaya devam ediyorum. 5. tur 22. dakika. Tyler Durden ‘ın ifadesiyle, damarlarımda saf asit akıncaya kadar koşabilirim gibi geliyor. Kanıma karışan karbondiyoksit ve laktik asit, gerçekten de kanımın pH ‘ını düşürüyor. Rüzgarın da etkisiyle başım ağrımaya başlıyor. ödül avcıları hala peşimde, ama artık durmam lazım. son turu bitiriyorum, toplam yaklaşık 5 km, 26 dakika küsür. Ağzımdan ingilizce meşhur argolardan biri çıkıyor. Altyazı geçiyor “Kahretsin!” . Heralde ninem daha hızlı yürürdü.

Birkaç metre öteye tükürüyorum. Tekrar bakmak için 5 saniye geri alıyorum. Gerçekten uzak bir mesafeymiş. Helikopterlere bağırasım geliyor artık. Burnum akıyor. Durduğum için iliklerime kadar donuyorum. Karşımda Bilkent Konutları ve Ankara. Geldiğim yere doğru bakıyorum. Tekrar harekete geçiyorum. Güneşten karanlığa giriyorum. Daha da üşüyorum. Akşam yaklaşırken ve vücut ısım düşerken bacaklarımın artık pek tepki vermediğini farkediyorum. Kapşonun kapattığı kafamı arkadan çeken kameraya doğru yavaş çekimde döndürüyorum. Gladyatör’ deki sahnenin canı cehenneme. Yolda mantarlar çıkmış. Dar patika gölden uzaklaşırken, ağaçların arasından güneş vuruyor karşıdan. Yeşil çimenlerin ardından ışıyan sarılık değişik bir ambiyans katıyor yükselen tepeye.

iğde ağaçları bu sefer sağımda. Güneş de ardından kırpıyor kendini. Helikopter sesleri geliyor ama ışık gözümü alıyor. Yoluma devam ediyorum. Demir örgülerin köşesinde bir açıklık. Sanırım biyoloji öğrencileri için hazırlanmış bir kafes içerisinde yaban domuzunun çürümeye bırakıldığı açıklıktayım. Bu yüzsüz domuzu geçerken göz ucuyla baktığımda gerçekten de yüzsüz olduğunu, kafasında sadece birkaç parça deri kaldığını görüyorum. çamur yumuşuyor, ayaklarıma bulanıyor. Kurum değiştiriyorum. Hacettepe kampüsteyim. Servis bekleyen öğrenciler, burda olmaman gerekli diye bakıyorlar. Bir yudum daha içerken dudaklarımdan birkaç damla sızıyor. Güvenlik görevlileri. Göz göze geliyoruz, yorgunum ve sinirliyim. Tahmin etmiştim. Kampüsten tekrar araziye girmenin vakti geldi.

Rocky 5 deki, heykelin önündeki merdivenleri hatırlatıyor burası bana. Ama dikkat etmezsem, bu soğuk eklemlerle kolayca sakatlanabilirim, 2li yada 3lü gruplar halinde iniyorum merdivenlerden. Sanırım daha hızlı çıkmıştım. üzerinde yürürken sallanan bir köprüye geliyorum. Burasının adı ayrık vadi. öyle senkronize sallandığı için hemen arkamda biri mi var diye etrafı kolaçan ediyorum. Tahtalardan biri kırılmış ve üzerinde kar yok, aşağısı görünüyor. Vadinin diğer tarafındaki merdivenleri tırmanıyorum. Değişik bir nem kokusu.

Gelirken gördüğüm iki güvenlik görevlisinden eser yok. Girerken 4-5 minivan dolusu jandarmanın geçmesini beklediğim dikenli tellerin arasından umarsızca geri çıkıyorum. Arabalar ve kamyonlar geçmeye başlıyorlar dibimden. Pis sera etkisine yolaçan gazlar, sinmiş kokusu, karmaşa sarıyor etrafımı. Ağaçlar bile gri artık. Fanteziyle karışık yaşadığım bir heyecan daha sona eriyor, üşüyorum ama anlatacak birşeylerim daha var artık.
– Burak Bakay

Diğer Hikayecanlar :

Kaplanın Gözü

Son Yağmur Damlası

Yol çizgileri

Speed – Hız

Biraz Manyak Olmak

Yağmur Tıpıltıları

Prison Break ve Gerçek


Köşedeki tüm yazılar :

toz ve çamur


Köşeler

En Son Yazılar