Rollercoaster 2

November 15th, 2004

Sabah saatler ileri alındığından heralde çok erken gibi geldi vakit, kalktığımda. Keşke biraz daha uyusaydım düşüncesini, güzel bir gün umuduyla bir kenara ittim. Bol glikozlu bir kahvaltı, ardından hazırlık,bisikletin teknik kontrolü ve yola çıkış… önceki günlerde sözleştiğim 2 abimi bekleyecektim. Bir tanesi ile Downhill kapışmamız vardı.

Benim hafif korumalarda (diz, dirsek, bilek) orta derecede zorlayarak 4 dakikada indiğim parkuru, 2 dakikada ineceğini ve herşeyine iddiaya gireceğini söylemişti. Benim ağzımdan da 50 milyonu duyunca tereddüt etmişti. Sonradan fikir değiştirip, parkuru görünce neye iddiasına gireceğimizi kararlaştıracağımızı söyledi. Pazar 10′da demiştik ama ben saatler ileri alındığından, daha doğrusu erken kalkmaya üşendiğimden yeni saate göre 11′de parkur başlangıcına gitmiştim. Aynı zamanda Mahir abi de Ankara’nın bir diğer ucundan gelmeye çabalıyormuş. Daha yolun yarısı bile bitmeden aradığımda enerjisinin bittiğini öğrendim Mahir abinin. Neyse, dedim, başka zaman bineriz abi, sen yorulunca geri git.

Tenimi yakan güneş, aynı zamanda terli vücudumu üşüten rüzgar kapışıyor gibiydiler. Ben daha fazla durarak zaman yitirmeyi istemediğimden aşağı kendim inmeye karar verdim. çok fazla zorlamaya niyetim yoktu. çünkü sağlık yada teknik sorunlardan dolayı günümü zehir etmeyi pek istemiyordum. Orta hızlı bir tempoda parkuru temizledim. Ancak son kısmını (en tehlikeli kısım, yumruk büyüklüğünde taşlar, dar patika ve riskli rampalar) nedense en alakasız bir anda daha hızlı inmeye karar verdim. Gölde balık tutmaya çalışan, yürüyüş yapan insanları daha sonra farkedecektim. Onların sessizliğini arkasında bir toz-duman bulutuyla gürültülü birşekilde bozan kişi olmak istemezdim ama manzarayı düşünecek zamanım da yoktu. Son hız bisikletin tekerleri taşların arasından geçiyordu. Parkurun bazı kısımlarını havada geçiyordum. özellikle sonlara doğru sıklaşan taş ve ufak rampalar bisikletin kontrolünü çok zorlaştırmıştı. Sağ salim bitişe geldikten sonra gölün sessiz sakinlerini fazlaca rahatsız etmiş olduğumu farkettim. Müzikle, aslında pek de hoş olmayan manzaranın seyrine daldım dinlenme bahanesiyle.

imkanım varken, durmak yerine hareketi tercih ettiğimden bir an önce pedallara yüklendim. Gölün etrafındaki patikaya girdim. Sazlıkların arasından eğlenceli bir su geçişi gerçekleştirdim. Yürüyerek geçilmeyen yerlerden bisikletle bu şekilde geçişlere bayılıyorum. Sonra tekerler kuru toprakla biraz çamura bulandı ve ben de dağ bisikleti yaptığımın biraz daha farkına vardım. Patika boyunca ilerledim, hafta sonunu “mecburi su birikintisinin” yanında değerlendirmek isteyen aile, çoluk-çocuk, balıkçılar, yürüyüşçüler alışık olmadığım kalabalıkla ilgilenmiyordum. Birkaç metre genişliğinde, derinliğindeki yarıktan bisikleti elimde çıkardım. Set gölü üzerinde etrafı gözlemlemek istemiyordum çünkü aşağıya doğru mükemmel bir iniş beni bekliyordu.

Stabilize yoldan koşucuların çıkmasını bekledikten sonra frenleri bıraktım ve rüzgarın sertliğinin sınırlarını zorladım. Güneş gözlüğüm, şapkam ve tabiki ben zor dayanıyorduk. Ufak mucurdan oluşan geniş yol, dik, hızlı ve eğlenceli idi. Sonrasında ise onlarca metre boyunca arka teker iz bırakacaktı, koşucuları “Aha, düştü çocuk!” deyip panikle bu tarafa baktıran bir gürültüyle. En çok bayıldığım seslerden biriydi bu zaten, arka tekerin tozları ve mucurları metrelerce etrafa ve havaya dağıtarak çıkardığı ses… Herşey kontrol altında yola devam ediyordum. Lojmanların arasından Ankaralı Turgut’un “ustası” olduğunu iddia ettiği Bilkent yokuşundaydım ama aynı kişinin “hastası” olduğu Bilkentli kızlardan eser yoktu. Tempolu ve yavaş bir şekilde tırmanırken, radarcı trafik polisi amcaya “Amca, burada hız limiti kaç?” diye sormadım. Meteksan’ın özel arazisine girdim. Yabancılar giremez yazısını tekrar okudum, tekrar güldüm. Ama sonradan aklıma köpekler geldi. Biraz hızımı alarak yokuş mokuş tanımadan son sürat tırmandım. Ama bu sefer havlama sesi yoktu, sadece ufak bir tamirat yapıyorlardı işçiler.

Yanımdan arka arkaya zorlanarak yokuşu tırmanmaya çalışan kamyonları sabırla bekledim. iğrenç, siyah yanmış fosil-yakıtlarına tahammül ettim. önceki gün gördüğüm baca sisi altında basketbol oynayan çocukları hatırladıktan sonra yine de halime şükrettim. Asfalt ve yanında deforme olmuş banket.. Tabiki seçim kolay olan değil. Hoplaya zıplaya banketten aşağı indim ve Hacettepe arazisine doğru saptım. Burda da alışık olmadığım bir kalabalık vardı. Hacettepe gölünü görünce gözlerim bayram etti. Gerçekten harikaydı. özellikle Ankara gibi biryerde bu tip güzel yerler bulabilmek ilaç gibi geliyor insana. ilaç almayı da pek sevmem ama neyse.

Patikayı takip ederek gölün etrafına doğru gidiyorum. inişleri çıkışları keskin dönüşleri ile yürümesi bile fantastik olan oldukça teknik ve zor bir yol. ilk görüşte buraya “Rollercoaster 2″ adını veriyorum. Bizim ordaki Bilkent gölü etrafındaki “Rollercoaster” parkuruma çok benzediği için 2 diye de ekliyorum. Bir insan yürüyecek genişlikte ve yanında “Girilmesi yasak” gölün suyu kıvrılan patikadan düşecekleri bekliyor. Ufak bir hata, beni gölün suları içerisinde istemediğim şekilde serinletebilecek gibi. Keşif turunda temkinli ve yavaş ilerliyorum. Orta yükseklikteki çamlar ve gölün nemi aklıma Antalya’yı getiriyor. Yalancı Antalya’sın işte, diye geçiriyorum aklımdan. Yalancı da olsa güzel ama. Baraj setinin üzerinde ve yanında sazlık ve benzeri bitkiler var. Omzum yüksekliğindeki bitkilerin arasından hızla geçiyorum. Elimi uzatıyorum, yumuşak başaklar avcumun içine aceleyle dokunuyor. Gayet hoş manzara etrafımdan hızla ilerliyor. Yorulduğum zaman birkaç yudum, neden ılımadığını anlayamadığım, sudan içiyorum. Metrelerce yükseğe kurulan metal köprüden dikkatlice geçiyorum ve bisiklet elimde dik bir patikayı tırmanıyorum. Aşağı baktığımda barajın derin, beton tahliye kanalı üzerinden geçtiğimi görüyorum. Patikanın inişli ve savrulmalı yerinde tam düşmelik bir yer var. Buradan gelirken elimde indireyim bisikleti diyorum, ama unutmuyorum.

Asfalt üzerinde birkaç tur yaptıktan sonra tekrar aynı yere geliyorum. Herşey kontrol altında, merak etme diyerek oldukça yavaş ve çok dikkatli iniyorum. Metal olduğu için fazlaca ısınmış köprünün üzerinden geçerken insan yükseklik korkusuyla nasıl başedebilir diye düşünüyorum. Tekrar sazlık, hız, manzara üçlüsüyle başbaşa bırakıyorum pedalları ve hızla karşıya geçiyorum. Geldiğim patikadan daha emin ve daha hızlı ilerliyorum. Karşımdan gelen bir bayana yol veriyorum, merhabalaşıyoruz. Bu sıcak günde bot giymiş, şaşırıyorum. Biraz daha ilerledikten sonra yaşlı bir amcaya birşey diyemeden “Günaydın Cross çu” cümlesiyle yıkılıyorum. “Amca, kıros değil, davnhil, davn davn” demeye kalmadan ilerliyorum. Bu moral çöküntüsüyle hızla giderken zaten dar olan patikada ezilmemek için önümden kaçışan iki kıza içten içten gülüyorum. Eee, her zaman önden bayanlar diyecek değiliz dimi ama  Milletle dalga geçerken, göl suları içerisine düşüp de kızlara rezil olmamak için kosntrasnyonumu (!) toplayıp devam ediyorum. “Avlanmak ve girmenin yasak olduğu göl” ün kenarında oltalarıyla duran amcalara selam veriyorum.

Burası çok kalabalık olmaya başladı, deyip, ver elini dağlar tepeler diyorum. Düzgün olmayan yollardan ilerliyorum ve tırmanışa başlıyorum. Hacettepe arazisine girmiş bulunmaktayım. “Dikkat, Radyoaktif Madde” uyarısına gerçek olup olmadığını umursamadan, gülüp yoğun çam ormanına dalıyorum. iş makinelerinin geniş yolu dayanılmaz hale getirmesini kendi açımdan olumlu buluyorum. Asfalt yol dururken, buraya giren bir mantıktan da bu beklenir zaten diyorum. Kendi kendime konuşmayı bırakıp da keyifli müzik eşliğinde dev çamların arasından tırmanayım. Sağa sola sapan patikaları gözüme kestiriyorum ve “Åžuraların da tadına bakayım bi ara” cümlesini bir kenara yazıyorum. Uzunca bir tırmanıştan sonra Bilkent merkez kampüs yurtlarını görüyorum. Zaten azalmakta olan suyum ve glikoz rezervim yüzünden medeniyete başvurmam gerektiğini hissediyorum.

Merkeze geçmek için güvenlik görevlisinin tarifine bakarsak, çocukların top oynadığı bir jandarma üssüne geliyorum. Biraz doğaçlama yapıp tarlaların arasından dalıyorum ve hafif sanayi işletmelerinin arasından merkeze atıyorum kendimi. Marketten kola, gofret aldıktan sonra manzarası güzel olan bir yer bulma ümidiyle hafif bir tırmanış yapıyorum. Bizim okulun Amerikan futbolu takımının antrenman yeri herhalde, kalenin önünde “Judges” yazıyor. Sahanın başındaki yüksek yere çıkıyorum. Müzik eşliğinde biraz keyif yapıyorum ama rüzgar üşütüyor beni, fazla izin vermiyor.

Bisikleti tekrar aşağı bırakıyorum. çöpleri metal seyirci oturaklarının yanındaki çöp tenekesine atıyorum. Ortalık vahşi batıdaki terkedilmiş kasabalara benziyor. Rüzgar var, kimsecikler yok, sadece eski medeniyet izleri gibi. Antropolog olmayı bırak da bas pedala diyorum. Geldiğim bozuk yoldan uça kaça son derece hızlı bir iniş yapıyorum. Dev çam ağaçlarının koyu gölgesinde ilerliyorum. Yine keskin bir fren sesi.. Sola bakıyorum. Korku filmlerindeki gibi tahtadan, alçak ve altında sazlık, çamur olan uzun bir köprü. Hacettepe gölüne giden suyun buradan geçtiğini anlamam uzun sürmüyor. Basamaklardan korka korka iniyorum. Sağa sola bakarak, gıcırtılar arasında ilerliyorum karşı yöne doğru. Bina yüksekliğindeki çamlar, altımda otlardan ve bitkilerden göremediğim çamur ve sazlık, gürültülü köprü inanılmaz geliyor bana.

Köprüden yukarı doğru sıralanmış basamaklardan vazgeçmem, sağa doğru giden patikayı görmemle kolaylaşıyor. Kendimi üzerinden geçtiğim ve aslında ne olduğunu tam olarak bilmediğim çamur, bitki karışımına paralel aşağı ilerlerken buluyorum. Patika ise yarı otlarla kaplı, yarı belli, pek kullanılmayan bir yola benziyor. Kıvrıla kıvrıla ilerliyorum. Sonra patika yukarı sapıyor. çamların arasından ufak bir yol beliriyor, kasvetli (!) bir karanlık, orta büyüklükteki taşlar ve sanki ufak bir sel yolu gibi temiz ama tozlu. Vites küçültüp, arabesk moduna geçiyorum. çıkarken, inerken ki halimi düşünüp feyz (?) alıyorum. Taşlar, ağaç kökleri ve arada sırada değdiğim çam dalları arasından yavaş ve yorucu bir tırmanış sonucunda gözüme asfalt bir yol çarpıyor. “Geleceğe Dönüş soundtrack” eşliğinde yavaşça tırmandıktan sonra manzara önümde beliriyor. Ama manzaraya bakmadan önce bir direkte asılı olan tabelaya kilitleniyorum: “Mamak”. Evet, tamam biraz fazla gitmiştim ama bu kadar da fazla olacağını hiç tahmin etmiyordum. çizgi film karakterlerinin kafaları karıştığında hep yaptıkları gibi saçımı kaşımadan önce sağa sola bakınca espriyi anlıyorum. Hacettepe üniversitesinin otobüs durağı mevkiinde bulunuyordum. Diğer direklerde Keçiören, çankaya gibi şeyler yazılıydı.

Oh be, demeye vakit kalmadan, bir bakayım bari nasıl bir yermiş bu Hacettepe. Lastik kapanlarının arasından birkaç pedal darbesi ve kampüsteyim. Entel üniversite gençliği almış başını dolaşıyor ortalıkta. Bir gofret daha, biraz su, çöpü atarken “Gıda Mühendisliği” nin yanındaki çöp tenekesine atıyorum. Kapısı küflenmiş. Halbuki aşağıdaki binalar çok güzeldi. Uzaktan ne olduğunu anlayamadığım saçma sapan yapılar görüyorum. Havada süzülen bir kurdelenin yüzlerce binlerce kat büyüğünü betonarme bina büyüklüğünde yapmışlar. Hah! Diyorum, kesin burası güzel sanatlar fakültesi yada ona benzer birşey. Bizim okuldan biliyorum. üzerinde birşey olmayan sütunlar ve hiçbirşeye yaramayan saçma sapan şeyler sanata işaret oluyor. Burdaki tek sorun ben anlayamıyorum (sanırım). içimdeki BLaDe, e kardeşim, işte madem anlamıyorsun sanattan şuradaki manzaraya katkıda bulun diyor. Otoparkta dönüp durmasından araba sürmeyi yeni öğrendiğini anladığım kızın yanındaki çocuk bana dik dik bakarken merdivenlerden uçuyorum. Park, bahçe, çam-çim karışımı yada herneyse arasından ilerliyorum. Lütfen çimler üzerinde bisiklet sürmeyin ibaresini görmediğimden tipik bir Türk insanı gibi davranıyorum.

Tekerlerimi hız kasisleri ile yerden birkaç kere kestikten ve antrenman yapan Amerikan futbol takımı ve basketbolculardan sonra asfalt macerasının sona ermesini istiyorum. Geldiğim yerden inmek için patikayı arıyorum. Mamak yazısını  gördükten sonra inişi bulmam zor olmuyor. Güzel ve hareketli bir rock gürültüsü açıyorum. Konsantrasyon artışı sağlanıyor. Siyah patikadan aşağı inmek için şarkının hızlanmasını bekliyorum, onunla beraber biz de hızlanıyoruz. Hızla akan yolda dallar kollarımı çiziyor ve devamlı kafamı eğmek zorunda kalıyorum. Bir yandan keskin virajlarda çamlar arasından slalom yaparken bir yandan da tekerlerin taşlarla temasını önlemeye çalışıyorum. Ufak bir hata canımı yakabilir ama sorunsuz bir şekilde parkuru temizlersem en zevkli inişlerimden birini yapmış olacağım. Bir ara güneş ışığını farkediyorum ancak tekrar gölgelerdeyim. Bisikleti durduramayacağımı bilsem de yine de kontrol altında gibi ilerliyoruz. Tekerler altında ezilen kurumuş dallar ve bitkilerin sesi müziğe rağmen işitiliyor. Arka teker dönmeye fırsatı olduğu zamanlarda önünde biriktirdiği orman artığı üzerinden geçiyor. Birkaç santim yanımdan geçen ağaç gövdeleri ve hızlı akış zaman zaman beni korkutuyor. Derken açık bir alana gelmiştim. Bisikletin frenlemesinde bir değişiklik yapmadığım halde aynı sıkılıkta makine birkaç saniye içerisinde durdu. çam ağaçları arasından çizgiler halinde süzülen güneş ışıkları, arkamdan gelip beni geçen tozları görünür hale getiriyordu. Kulaklığımı çıkarıyorum. Derin sessizlikte nefes nefese kalmışım. Biraz dinlendikten sonra patika yada herhangi bir yol izi olmasa da göl tarafına doğru dönüyorum.

çam ağaçlarının arasından öğle vakti, tam gölgede ilerliyordum. Tekerlerin altında ezilen dalların gürültüsü ve kurumuş otların hışırtısı müzikle eğlenceli bir tempo tutuyor gibiydi. Sadece yerdeki değil, ağaçların alt kısımlarındaki kurumuş dalları da momentumumla kırarak kendime yol açmaya çalışıyordum. Bazen dallar yüzümü acıtıyor ama ben yine de yavaşlamıyordum. çamlar birbirlerine sarılırcasına yolumu kapadıklarında ben aradan başka bir sıraya geçiyordum ve oradan devam ediyordum. Burada oldukça zaman harcadım. üzerinden geçtiğim dikenlere bakmıyordum, çünkü bakmayınca sanki tekeri patlatmayacaklar gibi geliyordu bana. Sonunda az kullanılmış, zar zor belli olan bir patika izine girdim. çamlar arasından sıyrılarak bir yandan da yerde kurumuş ama oldukça sert olan otların yanından dans ederek geçiyordum adeta. Jant tellerine sürtünen otların sesi ve teller arasında kırılan odun parçalarının kafamın yanına kadar fırlaması atmosferi tamamlıyordu.

üzerimi değiştirmek ve dinlenmek için mola verdiğimde ilginç birşey gördüm. 3 metre çapında bir daire taşlarla çevrilmiş, içerisinde tamamen kemikleşmiş bir hayvan omuriliği, yerde duran levhada ise “Dikkat! Deney alanı, girmeyiniz, entropoloji bölümü” Yalan olmasın, “ent” kısmını hatırlıyorum ama gerisini salladım  Eh, dedik, “Bi bildikleri vardır heralde” hazırlıkları tamamladıktan sonra gölü karşımda gördüğüm halde aşağı doğru hızlandım. Ufak engellerden geçerken bisikletin önü birkaç metre havada ilerliyordu. Dikenli bir çalının yanından geçerken oldukça yavaşladım. Patika çimlerle kaplanmış gibiydi. Su sesi geliyordu ve tekerlerin ıslandığını farkettim. Ufacık ve hasar görmüş tahta bir köprüden ve hızla akan suyun üzerinden geçtim. Rahat bir tempoda Hacettepe gölü etrafındaki Rollercoaster2 parkurumu birkez daha tamamladım. Sonra tel örgüyle ayrılmış asfalt ve toprak yolun tabiki toprak tarafından hızla aşağı indim. Apartmanların balkonundan yada pencerelerinden tesadüfen izleyen varsa onlara güzel görüntüler sunmak için arada sırada uzun frenajlar yapıp ortalığı toza buluyordum. Bir yandan parkurdan hızla aşağı inerken bir yandan da tel örgülerden bir geçiş arıyordum. Aşağı kadar indim ve sadece yerde ufak bir geçiş gördüm. çantayı, bisikleti geçirdikten sonra kendim de dikkatlice karşı tarafa geçtim. işte bu noktada benim bir bisiklet gezisi klasiğim olan “tekerde diken” yada başka bir deyişle “diken in the teker” kriz durumuyla karşı karşıya kaldım.

Güvenliğe mavi gözlükler ardından teşekkür ettikten sonra Bilkent sitesi içerisinden ilerledim. ilkokuldayken arkadaşların para toplayıp aldıkları dandik plastik toplardan bir tanesinden ortamdaki çocuklarda görünce şaşırdım. Ters yönden ama kaldırımdan tempolu bir halde tırmandım. Bilkent güvenlik noktası ve “Teker izi” inişi, hafif bir göl manzarası. Tasması olmayan ama eğitimli köpek sahibinin uyarısıyla bana artistik yapmadı. Ben de yorgun ve bitkin bir halde, kazasız belasız birçok keşif yapmanın verdiği mutlulukla yola devam ettim. Saatlerdir kızgın güneş altında kalan vücudum Windows’un tersine “yürütme hatalarını” iyiki aksiyonun ortasında vermiyordu. Bisikletten indikten sonra ne kadar yorulduğumun farkına vardım. Yarım saat öksürdüm, kondisyon bu olsa gerek. Ciğerlerim bahar temizliği yaptı anlaşılan. “Diken in the teker” olayı “Hava out of the teker” gerçekleşmeden devam ediyordu. Ben de dikene mutluluklar dileyip olduğu yerde bıraktım. işte bahar heyecanının yaşandığı ilk günün hikayesi.. Bugün ise yaşamayıp, sadece yazmayı tercih ettim. Umarım hata yapmamışımdır.

Burak  Bakay
31 Mart 2003 Pazartesi
16:34

Köşedeki tüm yazılar :

toz ve çamur


Köşeler

En Son Yazılar