Solucan Takibi

November 15th, 2004

SOLUCAN TAKiBi

BöLüM I

KöFTECiLER

GüN
PERşEMBE

SOLUCAN TAKiBi

bir hikaye…

bir amaç…

beş araç…

bir grup…

beş insan…

on teker…

yirmi fren…

Bu gerçek hikaye 5 kafadarın “herşeyin başladığı sona yakın” yaptıkları bir bisiklet gezisini anlatmaktadır.

Haftalar boyunca yoğun planlamalardan sonra artık kesin olarak karar verilmişti.ne olursa olsun gidilecekti bu geziye. Başlarına geleceklerden hiç mi hiç haberleri olmayan 5 kişi kendilerini bir anda sabahın köründe buluşma yerinde buldular. Bulup bulabildikleri ,yol boyunca HAYATTA kalabilmek için gerekli olan şeyleri herkes kendince getirmişti, çantalar sırtlarda , bisikletler ileri atılmak için pedal darbesi beklerken aniden bir anın içine sığmayan bir panik ve donuklukla irkildi grup üyeleri.

Evet, Burak in ön tekerinin havası inmişti. Bir anda şırkılan grup üyeleri Mesut in nedenli anlamsız ve boş olduğunu hiçbir zaman anlayamayacakları su birkaç kelime permütasyonuyla kitlendiler :
“N olmuş koçum , benim ön teker de inik. ”
Belliydi ki , boynuzları pervasızca (*) kavrayan eller ilk benzin istasyonuna yönlendirecekti
bisikletleri, hava basmak için .

Ve daha uyananlar bile uyanmadan , herşeyin bittiği bir başlangıca yakın bir anda yolculuk başlıyordu.

* –> Bu kelimenin anlamını bilmiyom ve gıcıklığına öğrenmiycem. (Kimeyse gıcıklığım !?)

Burak ve Mesut in ön tekerleri inik Aziz ve memoli abilerinin durumunda sıkıntılı bir şekilde ulaşıldı ilk hedef istasyona. Murat ise günlük aile kavgasından yeni yeni çıkarak yanımızdaydı. Tekerlere hava basıldı. Moraller düzeltilmeye çalışıldı. Herşey , neredeyse herşey kötü gidiyordu şu ana kadar.

Ama herşeyin kesinliğine inat hiç kimse geri dönmekten bahsetmiyordu… Asla… ölmek var dönmek yoktu bu yoldan (!).

Zaman aleyhine işliyordu grubun .Saat 7.30′ a yaklaşırken moraller düşük bir şekilde son bir karar alındı Burdur dan çıkmadan. üyeler yoklandı; herhangi bir isteksizlik var mı diye. Ancak nafile . Kimse geri dönmek istemiyor, tüm aksiliklere gıcıklığına , sanki “ileri” diye haykırıyordu. Nedense o an , saatler durdu, kalpler temposunu arttırdı ve insanlar düşüncelere daldı…Grup Aziz in söylemiyle heyecanlandı ve ayaklar pedallara dayandı. ” Hadi gidelim ” P . En ufak bir itiraza yer vermezcesine bisikletler hafiften kıpırdadı ve grup Burdur meydanından , yeni uyanmış halkın meraklı ve dalgın bakışları arasında yola çıktı.

Burak in bisiklete monte ettiği ses siteminden (bir walkman ve ufak bir hoparlör) çıkan ses dalgaları , çılgın ruhları yatıştırmaya yetmedi. Crazytown – Butterfly adlı parça çalarken birkaç km lik ilk inişi gerçekleştirdi grup. Bisikletler son viteslerde yol alırken özgürlüğün ve
serinliğin ferahlattığı bireyler müzik eşliğinde tüm dertlerini unuttular ve yolculuk artık gerçek anlamda başlamıştı.

Sabahki moral çöküntüsünden kurtulan grup üyelerinden önceleri biraz muhabbet daha sonra gürültülü kahkahalar duyulmaya başlanmıştı. Artık onlar bir “grup” tu. Normal aralarla duruluyor, sular içiliyor, hafif bir şeyler atıştırılıyordu. Grup artık iyice kaynaşmıştı. Birkaç gündür düşünülen bir konuya el attı memoli: “eee tamam da gezinin ismini hala bulamadık?!” Bu cümleden sonra derin düşüncelere daldı grup üyeleri.

Burak — tavuk takibi
Murat — survivor
Aziz — oyun
memoli — götürgeç

gibi sallamalardan sonra Mesut son noktayı koydu gibi oldu sanki : “Solucan Takibi”

Anlamsız bakışların “Hönk!? Ne alaka??” dediğini çözmüş olmanın verdiği bir bilgiçlik edasını nazara almadan geldi kelimeler ardınca Mesut ten “Koççum… Hani bi dizi var yaaa Kobra Takibi diye … Otoyol da arabalar çarpışıyor.. Hızlı bişiy. Bizimki de onun ufağı olsun Kobra–> solucan) yani solucan takibi. ”

Ellerinde olmayan bir iradesizlikle kabullendi bunu grup üyeleri (nası oluyosa?) – Haa bu arada artık grubumuzda Solucan Takibi ekibi diye bahsedicezz.. Bu gibi konuları tartışırken çendik mevkine varılmıştı ( 8:10 )

Değişik muhabbetlerle yola devam eden Solucan Takibi ekibinin keyfi yerindeydi. Saatin kolları 8:25 civarlarında dolanırken Suludere tabelası görüldü. önceki ısınma gezilerinde bu yolları rahatça kateden Solucan Takibi ekibi kendinden emin bisikletlere hızla yol alıyordu. Erkenci köy halkının odağı haline gelmekten pek memnun değildi bu gözlüklü, çantalı, şapkalı ve bisikletli insanlar. Buna ne kadar tahammül edeceklerini bilmiyorlardı. Belki de bu kadar ilgiyi hak ediyorlardı. Onların yaptığını önceden kaç kişi yapmıştı sanki?! Kuruçay tabelasını gördükten sonra mola isteyen üyeler bir gölgede dinlenirken saatin 8:35 olduğu not alındı. Sular içildi, yola geri dönüldü. Upuzun yollara ve yöre halkının aşırı ilgisine alışık olmayan Solucan Takibi pedallara yüklenmeye devam ediyordu. Allah’tan bisikletlerde şimdiye kadar hiçbir ciddi teknik arıza meydana gelmemişti. Arada bir vites takırtıları ve zincir çatlamaları geliyordu ancak bunlar önemli değildi.

Yolculuk güneşin o sıcacık yüzünü göstermesiyle biraz daha ısındı. Solucan Takibi ekibinde 10 km lik bir yol almalarına rağmen hiçbir yorgunluk belirtisi yoktu. Bunda belki de şu ana kadar kat ettikleri yolun çoğunun yokuş aşağı olmasının etkisi vardı. şapkaların ucu arkada; gözler, karanlık gözlüklerin ardından yolu dikkatlice izlerken hayatın ne kadar güzel olduğunu düşünüyordu bazıları. Manzaralar harikaydı. Engin sarı-yeşil ovalar… Burdur gölünün, dağların ve gökyüzünün sergilediği mavimsi bütünlük… Bunların hepsi değerdi on binlerce pedal turuna. Bir ara dalınan bu düşüncelerden sıyrılmayı başaran Aziz’ dan haber aldı diğerleri Yassıgüme sınırına gelindiğini. (9:00) . Ufak bir mola verildi. burak ailesiyle kısa bir görüşme yaptı.
Yolun yarısının belirtisi Hacılar köyünün bağlarının gözükmesiyle gaza (yoksa pedala mı) gelen Solucan Takibi ekibi vitesleri ve tempoyu yükselterek tekerlerini banketten sıcak asfaltın asık suratına teslim etti.

Tempo güzel
Hava bulutsuz ve serin
Rüzgar yok denecek kadar az
Moraller yüksek
Tekerler sıcak
insanlar mutlu
Belki de en önemlisi buydu
Derken mavi Hacılar levhası göründü. (9:25)
çok güzel bir köy
Her taraf üzüm bağı
Zamanımız olmadığı için Türkiye’nin en eski medeniyet kalıntılarını barındıran Hacılar’ da fazla oyalanamıyoruz.

Burada, Hacılar’ da bilmem kaç yıllık bir mammoth fosili ve yaşı tahminen 7 bin yıl olan medeniyet kalıntıları bulunmuştu. Zamanında yaşam için çok elverişliydi belkide bu yöre. Suni pınarlardan buz gibi suyu bisiklet makaralarımıza doldurduktan sonra yola devam edecektik. Artık ilk durak olan Bademli köyüne olan uzaklığı yarılamıştık. 25 km yi geride bırakmanın verdiği tarifsiz mutlulukla yola devam ettik.

insanlar
çocuklar
ağaçlar
bitkiler
kayalar
taşlar
uzun yollar
kısa yollar

akıp giderken

hayatta akıp gidiyordu
bisikletliler gibi…
yavaş ama emin
karasız ama hızlı
sevecen ama soğuk
düz ama yamuk
!’^+%&/()=?_e !?!?

Sanırım kafama sıcak geçti. Güneş biraz fazla yakınlaştı bize. Derken makaramı doldururken taşan buz gibi suyun elime değmesiyle uyanıyorum bu rüyadan. şapkamın yarısını suyla doldurup, o halde kafama takıyorum. üşüyorum…

Hacılar’ ın çıkışındaki buzdolabından suları tazeleyip yola devam ettik. Bir köprü geçerken ufak bir tehlike atlattık. Her zaman olduğu gibi yolun solundan gitmekte olan biz bir korna sesiyle irkildik. Köprüden biz soldan giderken bir traktör de sağ şeridi işgal ediyordu. Arkadan hızla gelen 2 araba araya sığmazcasına yada sadece tedbir için kornalarla bizi korkuttular. Birkaç sinirli haykırıştan sonra Solucan Takibi ekibinde biraz homurdanmalar… Sonra yine son hız devam yola.

Biraz ilerleyince önümüzde polis kontrolü olduğunu fark ettik. Halen soldan gitmekteyiz. Polisleri görünce asfalttan bankete indik (uygun yerlerde) Polisten 100-200 m önce bir köylü amca bizi durdurdu. 30 yaşlarında, bıyıklı, üstü başı bir köylüye göre düzenli bu amca bize yardımsever bir tavırla: “Gençler yolun ters tarafından gidiyorsunuz.” Yok amca falan filan derken ufak bir tartışma. burak olayı hallediyor :
-Amca bak, bildiğimiz kadarıyla trafik kuralları böyle. Yayalar ve bisikletliler yolun solundan giderler. Sağdan gidersek arkamızdan geleni göremeyeceğimizden tehlikelerden haberimiz olmaz. Ama yolun solundan gittiğimizde karşımızdan gelen arabaların durumuna göre gerekirse bankete kaçabiliriz.

Murat :
-Zaten ileride polis var. Onlara sorarız. Teşekkür amca.

Selamdan sonra yavaş yavaş ilerledi Solucan Takibi ekibi. Nedeni bilinmez bir heyecan sardı bizi. Düşünceleri yırtan cümle Mesut’ ten geldi “Kolay gelsin polis amca.”

-Sağ olun gençler, nereye böyle
-Bademli-Tefenni taraflarına
-Nereden geliyorsunuz?
-Burdur
-Yolun ters tarafından geliyorsunuz ama!

Orada bulunan diğer polis amca bizden önce müdahale etti. Hayır canım, doğru taraftan gidiyorlar. Yayalar soldan gider. Polis amcalar bu konuda biraz münakaşa ettiler. Daha sonra köylü amcaya yaptığımız bir açıklamanın bir benzerinden “sağdan” diyen polis memur bey amcamıza yaptık. ikna ettikten sonra selamlaşma ve yola devam. Tabi sol taraftan. [ önemli NOT: http://www.bisikletdunyasi.com/bilgi/kanun.htm adresinde de görebileceginiz gibi bisiklet "Madde 46 Karayolunda en sağ şeridi kullanır ve diğer taşıtlar ile aynı sorumlulukla hareket eder." Yazıyı yazarken böyle biliyorduk(m) Artık doğruyu öğrendik tabi. Yanlış bilgilendirmeden dolayı özür dilerim. Yanlışıma bahane bulmak için değil ama, Türkiye'deki usta (!) sürücülere bir türlü güvenemiyorum, o yüzden bana yaklaşan araçları görmesem içim rahat etmiyor. Tabi bunu yolun solundan giderek değil de aynaya bakarak yapmam gerek  24ekim2002perşembe15:46 ]

Artık havamız iyice yerine geldi. ilk başta utana sıkıla gelen geçen bazı otobüslere el sallıyorduk. Birkaç kamyoncu ve turist arabasından karşılık gelince (flaşör, korna ve el-kol-bacak sallama) biz iyice cesaretlendik. Halkımızın bize desteğini görmezden gelemezdik! Biz coşunca gelen geçen bize selam vermeye başladı. Artık geçen taşıtların %70-80 ile karşılıklı selamlaşmaya başladık. Bazı panelvanlar (belliki içinde bizim kafadan gezginler var) sonuna kadar kökledikleri kornalarla bizi resmen gazlıyorlardı. Buda bizim kendimizi birşey zannetmemizden ve artislenmemizden çok, halkımızın (en azından yolcularımızın) bize destek olduğunu anlamamızı sağladı. Geçtiğimiz yerdeki insanların (istisnasız herkesin) bakışlarından daha az rahatsız olmaya başladık. Pedallar daha hafif gelmeye başladı. Bisikletlerle tehlikeli bir durum oluşturduğunda şerit değiştirirken özel timler gibi koordine hareketler gerçekleştirmek gerçekten eğlenceliydi. Sanırım biz bu olaya alışmıştık. Soldan giderken karşıdan araba gelmesi durumunda havaya bir parmak kaldırmanın ve gezginlerin tek sıraya geçmesini sağlamanın, öndekinin görevinin olduğunu herkes bilirdi. Mola verilecek yerlerde çok nadir tartışma çıkar. Aramızda yorulan bir kişi bile olsa en kısa zamanda durmaya çalışırdık. Herkes birbirinin fikrine saygı duyuyordu. çünkü yaptığımız çocuk oyunu değildi. Ufak bir hata ölümle sonuçlanabilecek izler bırakabilirdi Solucan Takibi ekibinde (sallama)

Aman Allah’ım! O ne yokuş öyle!… Karaçal köyü. Saat 9:45. Yokuşu görünce moraller alt-üst oldu. Ama çıkacaktık yukarıya. Ne pahasına olursa olsun. Yaklaşık 2-3 km boyunca çok sarp ve tehlikeli yollarda yukarı tırmanacaktık. Yokuşun başındaki bağda mola verdik. Su, yemek ve diğer ihtiyaçlarımızı giderdikten sonra bir kontrol yapıldı. Memoli’ nin “Biz bu yokuşu çıkarız!” gazlamasından 50-100 metre sonra herkes bisikleti eline almış, harap ve bitap düşmüştü. Mesut bile limitteydi artık. Bunaltıcı sıcak altında bisikletler yanda, müzik son seste. çıkan arabaların zorlanan motorlarının sesi bazen müzik sesini bastırıyordu. ilk gölgede durduk. burak’ in sol pedalından gelen gürültülü metal sürtünme sesleri mazot+yağ özel karışımından hazırlanmış yağlama aparatıyla yağlandıktan sonra kesildi. ilk teknik arıza da kolayca halledilmiş oldu. Yokuş bitti sayılır. Artık tepenin üstünde sayılırız. önümüzde ufka kadar uzanan yol gözükmüştü. Tekinler fabrikasında kamyonlar karınca misali dolanıp duruyorlardı.

Tekrar ufku gördük. Ve ufuktaki yolu… Gideceğimiz yolu görmek genelde moral verirdi ama bu kadar uzak ta biraz fazlaydı canım. Neyse… Frenler sıkıldı. iniş ve viraj analizleri… şurası tehlikeliymiş biraz yavaş gidelim gibilerinden laflardan sonra sıra belirlendi ve geniş aralıklı olarak km lik inişe bıraktık kendimizi. Bisikletler çok çabuk hızlandı. Zaten dik yokuşun ivmelendirmesine sabredemeyen bisikletliler vitesleri yükseltip pedallara yüklendiler. Hızın tadına varanlar zaten son hızda giden bisikletlere son viteslerde yüklendikçe diğerlerini de gazlıyorlardı. Birden ortalık yarış meydanına döndü. Rüzgar çok etkiliyordu bisikletleri. Hem yavaşlatıyor, hem de dengesini bozuyordu.

Bisikletler sanki bize “Daha gitmem, yeter! Korkuyorum bak teker meker fırlayacak şimdi zaten lastiklerim de ısındı…” diye feryat ederken bizler bastıkça basıyorduk. iyi ki trafik yoktu. En azından pek yoktu. Yoksa bu hızda durmaya falan kalksak bırakın durmayı belki bisiklet daha da hızlanacak (şimdi tam salladın yani) . Arkadan hızlanıp da öne geçen Memoli’ nin , yan yana giden burak ve Mesut’ e geçilmesi uzun sürmedi. Bu ikili zirveyi bir müddet muhafaza ettikten sonra Mesut tam liderliği kapmıştı ki arkadan bir diğer ikili yetişti. Hem de oldukça süratli bir şekilde. Murat ve Aziz 24 vites avantajını kullanarak 18 vitesli bisikletli burak ve Mesut’ i geride bırakmışlardı. burak ve Mesut ne kadar yüklendilerse yapacakları bişeyin olmadığını anlamaları uzun sürmedi ve bisikletleri kendi haline bırakıp, önlerindeki kapışmayı izlediler. Murat ve Aziz biraz yan yana kapıştıktan sonra Murat yorulmuş olacak ki bıraktı ve Aziz öne geçti. Aziz gezimizin bu en hızlı yarışını kazanmıştı. Ama bu yarışı kimin kazandığı da çok önemli değildi. Amaç eğlenmekti sadece.

Hızlar normale doğru düşüyor. Bunu kimse istemese de. Aralar kapandı; muhabbet ve müzik duyulmaya başlandı. Casey-Paradise parçası eşliğinde son 15 dakika içinde başlarından geçen olayları anlatıyor Solucan Takibi üyeleri birbirine. Meğerse Memoli’ nin yarışın başlarında geride kalmasının temel nedeni ufak bir vites problemiymiş. Mesut 18. vitese daha önce kitleye bilseymiş, burak onu bu şekilde geçemezmiş. Murat ise yorum yapmıyor. Aziz zaferin verdiği bir eminlik içinde.

Engin bir ova. Başakların sarılığı harika. Güneş bizi zorlamaya devam ediyor. Buralarda pek su içecek yer yok. Kalan sularımız da zaten ılık.Bazılarımızınki bitti sayılır. Susuzluktan bitap bir şekilde ilerlerken karşımıza çok hoyratça kullanılmış eski bir römorkun gölgesinde dinlenen 5-10 köylü çıkıyor. Yanlarında durduk tabi. “Nerden nereye?” geyiklerinden sonra halimizden anlamış olacaklar ki bize su ikram ettiler. Biz ilk başta almak istemedik. çünkü onlarda da bizdeki kadar olmasa da az olduğunu biliyorduk suyun. Sonuçta dolduruyoruz makaralarımızı. 10-15 dakika kadar muhabbet bizim de işimize geliyor. çünkü oldukça yorulmuştuk. Aziz da onlara bizde de oldukça az olan “kek” ten ikram ediyor. Bizim taktiği uyguluyorlar: başta kabul etmeyip sonradan saldırma  Yine iyi insanlarla karşılaştığımız için şükrediyoruz. Burada meydana gelebilecek ufak bir huzursuzluk gezinin bütün zevkini silip süpürebilir ve bize bunu bir eziyete döndürebilirdi. Bu kadar iyilik bir arada olunca kendimizi birden Polyanna ‘nın hikayesinde sandık.

-Hadi eyvallah amca
-Hadi hayırlı yolculuklar size gençler
-Kolay gelsin size
-Size de kolay gelsin gençler
-Harbiden amca yahu.. Bizim işimiz daha zor…

Uuuup uzun bir yol… Sıcaktan bunaldık. En azından suyumuz var artık. ilk benzin istasyonuna (ilk su kaynağı) kadar idare eder herhalde. inşallah idare eder demekten başka çaremiz yok, aksi takdirde akbabalara yem olabilirdik (Wahşi batı mı yahu burası) Tamam sudan da vazgeçtik. Bir gölge bulalım yeter artık. Tamam güzel ova, dümdüz, çok hoş ama insan yol kenarına 1-2 ağaç diker canım. ilerde ufak bir ağaç. Altına hepimiz sığarız herhalde, en azından kafalarımız sığar. Oturduk. Birkaç meyve atıştırdık. “Fazla yemeyin, midenizi bozarsınız!” diye uyardı Mesut. Halbuki görecekti birkaç güne kadar mide bozulmasını. Memoli: “Ben burda yatayım, siz dönüşte alırsınız beni.” Zorla kaldırdık milleti. Artık bu kaset sıkmaya başladı. Değiştirdim. Başka bir kasetin yeniliği sanki grup üyelerini etkiledi. Herkes bizden gazlandı. “Hadi beyler!… Hedef Bademli!…” Pedalların biraz daha başı dönecek gibi…

Bitmeyen yol çizgileri sonunda bittimiydi acaba? Yaw biteceği kesin ama bitinceye kadar biz de biter miyiz merak konusu o. şu ana kadar düz yolda çok sorun çıkmıyor. Bisikletler orta viteslerde (6 ile 12) seyrediyor. Hava açık. Tam güneş bastırmaya hazırlanırken birden benzin istasyonuna geldiğimizi fark ettik. Hayırseverin biri oraya buz gibi bir buzdolabı koymuş. Elim uyuştu neredeyse suyu doldururken. Bir içeyim dedim dişim sızladı. Bu ne yahu! Dedik soğuk su isteriz de bu kadarı da biraz fazla.

Sularımızı tekrar doldurduktan sonra bisikletlere bindik. Genel kontroller yapıldı. Kasetin başı gelmiş nası olduysa. Gala-Come into my life ‘in efsanevi girişiyle bizde asfalta girdik. Ne anlamlı ve duygulu bir cümleydi değil mi? Neyse ehm ehm… Yol uzun… Millet yorulmaya başladı. Daha büyük bombayı görmemişlerdi. Bizim köye doğru çıkarken 4 km lik ufacıcık bir yokuşcuk. Tek sorun yokuşun biraz fazla yokuş olması. Daha kimse görmedi en azından. Bu yolda bitmiyor be uff…

Köy yoluna girmeden önceki son yokuşu çıktık. Ufak bir köprü geçtik. Köy yolu girişindeki bol sulu çeşmeden boyunla diz arası hariç her yerimizi yıkadık diyebilirim. Su ılık olduğundan şapkayı suyla doldurup kafaya takmayı herkes denedi. Size de tavsiye ederim ama sakın bunu evde soğuk suyla halının üzerinde denemeyin. Bence en yakın yerleşim biriminden 5 km uzakta sıcak güneşin altında 55 km bisiklet yolculuğu yaptıktan sonra böyle birşey yapmanız gerekli.

Bu yokuşta yokuşmuş hani yani. ilk ve son (çok) dik yokuşu gören Solucan Takibi ekibi üyeleri hayretlerini çok ama çok değişik ifadelerle dile getiriyorlardı. Bu ifadeleri literatürde bulmanız olasılık dışı (evrimin moleküler başarı olasılığından daha da az) Herkes sustu. Bisikletler yanda. Müzik tıngırtısıyla çıkmaya çalışıyoruz bu yokuşu bakalım. Hadi hayırlısı.

(10 dakika sonra) AAA!!! çıkmışız bea!… Vay be. Bize yokuş dayanmaz gençlik. Dayanın pedala!
(10 dakika sonra bir yokuş daha) Ya bi sus be. Bi sus bee..
(5 dakika sonra bir yokuş daha)…

SOLUCAN TAKiBi

[ ] BöLüM II

——————–

2. BöLüM

——————–

Artık köy bütün güzelliğini bize sergiliyordu. Sergiliyordu sergilemesine ama şu hızla gelen traktör tozutmasaydı yolu keşke… öhhö… önümüzü göremiyoruz bea… öhhö öhhö… Neyse… Bu yokuştan inerken aynı manevraları da biz yapacağız inşallah. Hadi bakim.

Bu son ve tozlu yokuştan sonra dedemgilin güzelim evi gözüktü. Bisikletleri zar zor soktuk. Saat 13:00 civarı geçtik eve oturduk değil yattık desem yeridir. Hemen eller öpüldü. El-ayak yıkama merasiminden sonra herkes bi köşeye çekildi ve uykuya daldı. Tabi dalamayanlar da vardı. Bu arada tepemize kara bulutlar toplanmıştı. Yağmur gibi ölümcül tehlikeye yakalanmadan gelmiş olmanın huzurunu yaşıyorduk. (yağmura karşı hiçbir koruması olmayan , dağın başında bisikletli 5 gence göre yağmur ölümcül bir tehlikedir. Hayır, biz yaşadık ordan biliyoz) Bu ev meselesini fazla uzatmayalım yoksa size rüyalarımı da anlatmak zorunda kalabilirim. inanın bilmek istemezsiniz. Kabus: Beni ezmek isteyen sürücüsüz dev bisikletler tarafından köşeye sıkıştırılmışken çığlıklarla uyandım (kuyruklu yalan) Neyse işte böyleee… Ufak bir şekerlemeden sonra yemek yenildi. Ninemin özene bezene hazırladığı yemeği o açlıkla birlikte parmaklarımızla beraber yedik (amma abarttım ha…)

Murat arkadaşımız birkaç sene evde dostlarıyla kalmış olmanın verdiği bir uzmanlıkla bize bir patates kızartması hazırlamadı –> çünkü bunu dönüşte yapacaktı. Dalgınlıktan yazmış bulundum ve silmeye de üşendim. Bunu bilgisayara geçirirken n’aptın demeyin. Sizde okumuş bulunduğunuza göre sorun yok. Devam…

Hava ciddi manada bulutlu hemde kara kara. Adamın içi kararıyor. Sonunda ufak bir tartışmadan sonra karar verildi. Plana uygun olarak Tefenni’ye doğru yola çıkacaktık. Burak ve Aziz, yağmuru gerekçe göstererek isyan etsede diğerleri “illa da gidelim” diyordu. 5-10 dk sonra hazırlıkları tamamlayıp yola çıktık. Müziğin son sesi köpek havlamalarını bastırınca anladık ki köyden uzaklaşmışız. Uçsuz bucaksız tepelerin görkemini ezercesine gelen büyük bulutlar bize bir sürprizi fısıldamak üzereydiler. Normal hızın üzerinde bir tempoda yokuş aşağı giderken yağmura tutulduk. Ama ne yağmur… Birkaç saniye içerisinde baştan aşağı ıslanmıştık. Durduk (hemen nemlenmiş olan yolda durmamız kolay olmadı). Ufak bir tartışmanın ardından köye dönüş kararını verdik. Müzik sesini yutan cins kangal köpeklerinin çığlıkları haber verdi bize köyü. Dedem bizi bıraktığı yerde bekliyor. Sırılsıklam olmuş elbiseleri çıkarıp tekrar dinlenme moduna geçiyoruz. Ortalık ağarınca bahçeye çıktık. “Devam etseydik varır mıydık?” muhabbetleri başladı. burak : “Varsak bile en azından hasta olurduk, kaza tehlikesi de cabası. Hem çabuk dineceğini nereden bilecektik ki?” Yağmur az yağmıştı yağmasına ama ortalığı sel alıp götürmüştü. Ertesi gün Tefenni’de ufak çapta bir sel olduğunu öğrenecek ve su birikintilerini ürpertiyle görecektik.

Son yılların en kurak yazlarından birini yaşarken biz Solucan Takibi üyeleri bu yağmur olaylarıyla neye uğradığını şaşırmıştı. Meteorolojiden rapor almamıza (telsim sms) ve hava durumunu yakından takip etmemize rağmen bulutlar insanoğlunu yanıltmıştı. Yazın ortasında yağmuru hiç hesaba katmayan Solucan Takibi zor anlar yaşayacaktı.

Tam bu muhabbetler yapılırken birden bahçe kapısı açıldı ve içeriye burak ve Aziz’ın dayısı girdi. Sonra onun oğlu “Fatih abi” ve tabi ki aileler. ilk laf Aziz’ın ses tellerinde hava dalgalarına yansıdı: “Bu kadar kişi bi arabaya nasıl sığdınız dayış?” . Muhabbetler başladı. Koyulaştı ve bitti. Akşama kadar milleitn keyfi (özellikle Solucan Takibi ekibinin) yerine geldi. Yemek yenildikten sonra burak ‘in ön tekerinin patlak olduğu anlaşıldı ve lastik yaması ile tamir edilmeye teşebbüs edildi. ilk teşebbüste bazı arkadaşları neredeyse lastiği yakacakken durumun vehametini anlayan burak suyun söndürme kuvvetini kullanarak pozisyonu kurtardı. Birden laf dönüp dolaşıp zincirleri yağlamak için aldığımız yağ+mazot karışımına geldi.

Birisi dedi :
-Mazot yanmaz.
Başka biri atladı :
-Tabi yanmaz.
Bunları diyen Memoli,Aziz yada burak değil. şimdi maksat isim vermemek ya! Yanlış anlamalara da meydan vermemek gerek. burak:
-Mazot yakıt değil mi? Peki yakıt kelimesi yakmak kökünden gelmiyor mu? Hem yanmasa motorlarda nasıl enerji açığa çıkaracak?
Neyse artık isim verelim canım be olm yahu…” Murat itirazlara cevap veremedi. Mesut halen düşünceli. Betona biraz mazot döktük üstünde birkaç kibrit gezdirdik yanmadı. Murat, Mesut biraz rahatladılar:
-Bak gördün mü?
burak ve Aziz ilk başta biraz afalladı. Benzin olsaydı hemen tutuşurdu. Aziz:
-Olm, mazotun tutuşma sıcaklığı biraz fazla olabilir, ama bu yanmayacağını göstermez, metaller bile bazı sıcaklıklarda yanarlar.
Mesele içeride oturan “Fatih abi” ye ulaştı. Fatih abi geldi ve son noktayı koydu. Hayır buraya değil. Burdaki noktayı ben koydum, Fatih abi tartışmaya son noktayı koydu. Kibrit kutusunu boşalttı, içine biraz mazot döktü. Birkaç kibritle tutuşturdu ve … BUM ! Havaya uçtuk! (değil tabii) Görmeyen gözlere gıcıklığına 10-15 dakika yandı kutu. Murat:
-Yaw biz kibritle yanmaz dedik.
Gibilerinden laflar desede mesele belliydi. Böylece Solucan Takibi ekibimiz son derece bilimsel araştırma keşifler de yaparak devam ediyordu. Birkaç sinirli bakışmadan sonra sohbet ve espiriler yeniden başladı.

—-
CUMA
—-

Akşam ufak bir odada 6 kişi yatmamıza rağmen rahat uyuduk. Sabah erkenden kalktık. 5 gibi. Bazıları çok erken diye tekrar yattı. Bazıları güneşin doğuşunu seyretti tüm güzelliğiyle. Saat 7 gibi kesin olarak herkes kalktı ve saatin akrebi 8 rakamın kabartmasına yaklaşırken Solucan Takibi ekibi tekrar yola çıktı. Bu sefer en azından hava açıktı. Eller öpüldü, selamlar söylendi. Artık 5 kişi ve bitmez tükenmez asfaltlar vardı. Sabahın serinliğinde çıktılar ilk yokuşu Solucan Takibi kafadarları. Güzel bir tepebaşında dinlenirken 1-2 fotoğraf merasimi… Manzara seyri… Güzel müzik (Jessica S.-Irrestible) Sular kaynamadan güzel ve soğuk bir buzdolabı lazımdı şimdi bize.

Bayır aşağı bıraktık bisikletleri. Bisikletleri kontrol etmekte zorlanıyorduk bazen. O hızla girdik Kağılcık Köyü’ne. Hemen de çıktık. Taşlı topraklı bir yoldan ana yola doğru tozlar ve kazık frenlerle inerken rampa bitişinde Memolinin arka freninin koptuğunu öğrendik. Nasıl durduğunu da sormayı ihmal etmedik. Kendisinin de bilmediğini söyledi. Bir pit stop mekanikçisi edasıyla fren telini hemen değiştirdik (5 dakikadan az) Ana yola çıktık. Yoluna soluna geçtik her zamanki gibi. Keyfimiz yerinde. Hava serin. Rüzgar az. Yağmur tehlikesi yok. Yolumuz da düz sayılır. Hem biraz da geniş. “Look at us” “Daylight” gibi konuyla alakalı parçalar ve muhabbetler eşliğinde geçtik uzun yollardan ve Karamanlı’ya vardık.

Bademli’den Karamanlı’ya kadar olan 6-7 km’lik yolu çok rahat katetmiştik. Kimsede yorgunluk belirtisi yoktu. Sonra tekrar pedallara değdi sandaletlerin ve ayakkabıların alt kısmındaki koyu renkli plastik (öf be cümleye bak) Karamanlı’dan geçerken yine ilçe halkının dalgın ve meraklı bakışlarına konu oluyor Solucan Takibi ekibi. Sonunda çıktık Karamanlı’dan. Birkaç tehlikeli viraji temkinli bir şekilde geçtikten sonra tekrar düz yola çıktık.Herkesin tükendiği bir anda peşimize gürültülü havlamalarla takılan bizlere turbo etkisi yapan köpek iyi mi yaptı kötü mü yaptı bilemedik. Arabaları olmasada bir traktörü sollamamızı sağladı bu köpekçik. “Traktörcü amca ve hanımı” bize garip garip bakarken gülmemize sinirlenmiş olacaklarki gazı köklediler. Biz de durumun farkına varınca çok geçti artık yani traktör bizi geçmişti. Yokuş başlamış Adenintrifosfat olan enerji kaynağımız mazot diye adi bir maddeye yenilmişti. Teknoloji kazandı ve bisikletlerimiz vites düşürmek zorunda kaldı. Bu kapışmaya fazla kaptırmış olacağız ki Tefenni yazan kocaman levha gözüktü.

Tefenni’ye erken varmıştık. Doğru Bilal’in babasının müdür olduğu okula gittik. Bisikletleri hemen parkedip bir tarafa yatmadık bu sefer. Yorulmayan Solucan Takibi ekibi üyeleri enerjilerini değişik yerlerde sarfetmeye başladı. Mesut ve burak masatenisi, Murat futbol, Aziz ve Memoli basketbol meşgalesiyle meşgul olmakta idiler. Mesut, burak ‘i masa tenisinde tam anlamıyla deşti. Bunun intikamını bisiklet drag yarışlarında birinci olarak aldı burak. Aziz 3lükleriyle dikkati çekerken, Memoli’nin artistik turnikeleri göz doldurdu. Murat’in vurduğu toplar zaman zaman okul binasının yüksekliğine erişiyordu(!) Sporun her türlüsüyle uğraştı Solucan Takibi ekibi üyeleri. Okulun içinde bisikletlerle grand prix yaptık. Kömürlüğün zaten siyah olan tabanını lastiklerimizle biraz daha kararttık.

Saat 16:00 gibi gidiş vakti gelmişti. Okuldan çıkmadan önce dikkat çekmek istediğim birşey var. Yemek olayı… Bugün akşama kadar başımıza gelecek olan belalı olayların sorumlusunu yedik yemekte:Köfte. Evet yanlış okumadınız ben zaten yanlış yazmadım. Köfte. Açıklıyorum: öğle yemeğinde kola, kek, börek gibi levazımat ile ziyafet çekerken Mesut bi torbanın içinde şekilden şekile girmiş beyaz et parçaları çıkardı (bu cümlede köfteyi tanımlamaya uğraştım ama büyük ihtimal beceremedim) Ben elime aldım. Yapış yapıştı.
-Yaw olm, bu pişmiş mi?Emin misin? Hem de yapış yapış. dedim.
Mesut ve Memoli:
-Pişmiş tabiki… Tost makinesinde pişirdi annem.
-Neyse, dedik. Yiyelim bari, dedik. Demez olaydık. Köfteden sadece burak (2) ve Mesut (4) yedi. Mesut burak’in iki katı şekilden şekile girmiş beyaz et parçası yemenin cezasını çekecekti.

Hah! şimdi geldi işte saat 16:00 gidiş vakti. Kolalar içildikten sonra (abartılı bir şekilde) basıldı gaza. Hava pek iyi değil. Rüzgar var. Yağmur tehlikesi var ama yolumuz az sayılır = 20 km. Tabi bu 20 km nin yokuşlarla dolu olduğunu söylemedi Mesut ve muhterem kardeşi Memoli. işte bu yokuşlardan ilkine geldiğimizde Mesut “Beyler kendimi iyi hissetmiyorum, siz devam edin, yetişirim.” dedi ve kenara çöktü. Orada toprağa, ota, kayaya içini döktü. ( Bu içini döktü kelime grubu “birşeyi anlatma” anlamında kullanılmamıştır. Bizzzzat gerçek anlamında kullanılmıştır.) Neyse işte idare ederiz köye kadar diye kendi aramızda konuşurken Mesut yine mola verdi. Biz işin ciddiyetini anlamıştık. Mesut mideyi fena halde bozmuştu.

Bu arada başımıza göz alabildiğince yağmur bulutları toplanmıştı. Bu hiçte hayra alamet değildi bizim için. Böyle ümitsiz bir durumda bisikletler elimizde durarak (Mesut için) yokuşu çıkmaya çalışıyorduk. Morallar resetlenmişti resmen. Bazen yağmur azıcık derimizi soğutuyor. Bizler hemen bir ağacın altına giriyor, “Ne … yapacağız şimdi bu dağın başında yokuşun ve yağmurun ortasında bir hastayla.” diye düşünüyorduk. Zorda olsa yokuşun sonuna geldik. Mesut’e “Limitleri zorla goççum!” diye şaka yapınca gülmediğinden durumun ciddiyetini anlamıştık. Yokuşun sonunda mola verdiğimizde ben yanımıza aldığımız halatla Mesut’in bisikletini çekme denemeleri yaparken midemde bir değişiklik hissettim ve bunun iyi birşey olduğunu söyleyebilirim. Biraz midem bulandı ama idare edecek gibiydi. Ciddi bir sorun yoktu bende, en azından şimdilik. Cep telefonundan bir tanıdığını araması için baskı yaptık Mesut ‘e. “Zaten şimdi hep yokuş aşağı, hallederim heralde gerisini.” diyerek bizim önerilerimizi geri çevirdi. Neyse işte öyle böyle derken ilk ve tek büyük yokuşu geçtik; Mesut ve Memoli’nin dedesinin evinin olduğu köye olan en büyük engeli atlattığımızı (sanarak) sevindik. Böyle bir ortamda hafif nemli yoldan aşağı doğru bisikletleri serbest bıraktık. 1-2 km kadar gitmiştik ki Mesut bisikleti yine kenara çekti. Bizde mecburen durduk. Mesut artık cep telefonundan tanıdıklarına ulaşmaya çalışıyordu. 5 kişiye ulaşmayı denemiş ama başarılı olamamıştı.

Biz bu kadarına da pes diyorduk. Halbuki belalar gelmeye devam edecekti.

SOLUCAN TAKiBi

[ ] BöLüM III

——————–

3. BöLüM

——————–

Belalar gelmeye devam ediyordu. Yağmur arada bir çiseliyor, yüreğimizi hoplatıyordu. çünkü yakınlarda yağmur yağınca sığınabileceğimiz ağaç, kaya, ev vs. hiçbirşey yoktu. Ama umudumuz vardı. çünkü gideceğimiz köyü görüyorduk. Bu köyün, gideceğimiz yer olduğundan emin olmak için Memoli’ye sorduk:

-Sizin köy burası, değil mi?
Memoli:
-Hayır, burası değil!
burak, Aziz, Murat şoke oluyorlar.
-Hönk! Peki ya neresi?
-şu dağın arkasında. Gözükmüyor.
-Ouaaa! Ayvayı yedik desene!

Daha görmediğimiz bir köye 13 km uzaktayız. (Nerden biliyorsunuz derseniz tabelada yazıyordu) Yağmur her an yağabilir. Yol alamıyoruz. Bir hastamız var ve işin kötüsü bisiklete binemiyor. Havanın kararırken umutlarımızda parıltılarını yitiriyordu. Mesut’in telefondan tanıdıklarına ulaşma ihtimali de sona erdikten sonra Solucan Takibi ekibi Beyköy’e doğru yol almaya başladılar. Oradan da Büyükalan’a (asıl hedefimiz) geçmeyi planlıyorduk. Ancak bu halde nasıl gideriz orası meçhuldu.

Yoldan geçmekte olan Kangoo marka bir aracı durdurduk. Mesut’i sağlık ocağına kadar bırakabileceğini sağolsun. Mesut böylece Beyköy sağlık ocağına doğru yola çıktı. Biz kaldık 4 kişi 5 bisiklet. 4 kişi 4 bisikleti iyi kötü götürebiliyoruz ama 5. bisikleti n’apacağız?

Murat kendi bisikletini bir eliyle kullanırken diğer bisikleti de diğer eliyle kullanacaktı. Ben ve Aziz bolca tembihledik. “Hızlı gitme ha! Bir elin frende olsun! Yavaş yavaş inelim.” Bu şekilde Murat önden, diğerleri arkadan yola çıktık. Başlarda yavaş gidiyorduk; fren yaparak. Murat bu işin kolay olduğunu anlamış olacak ki frenlemeyi bıraktı. Solucan Takibi konvoyu hızlandıkça hızlandı. Ben, herhangi bir aksiliğe karşı Aziz’a Murat’e fazla yakın gitmesini tembihlemek için bağırıyordum. O anda yokuş bitmiş düzlüğe çıkmıştık. Ama hızımız halen çok yüksekti. işte ne olduysa o anda oldu. Murat, Aziz ‘a “Araba gelirse beni uyar!” demek için bağırmaya çalışırken birden Murat’in kendi bisikleti ve taşıdığı Mesut’in bisikleti birbirine girdi. iki bisiklet ve Murat bir süre hızla asfaltın üzerinde sürüklendiler. Son hızla giden bisikletlerin durması kolay olmadı. Ben ve diğerleri hemen Murat’in başına toplandık bişeyi var mı diye. Hiç ses soluk yok. Murat’in başına yüzüne bakıyorum birşey var mı diye. çok şükür kırık-çıkık yok gibi. Murat’i halen sarsıyorum “Bişeyin var mı? Nerelerin ağrıyor?” şoktan kurtulan Murat gülümseyerek cevap veriyor. “Birşeyim yok koçum ya ben iyiyim.” Dedikten sonra yığılıp kalıyor MU ACABA? değil tabiki. Bu cümle bittikten sonra sol elindeki kanları farkediyoruz. Hemen sargı bezini getiriyoruz. ilkyardım muamelesi başlıyor. Dizinde 3-4 santimetrekarelik sürtünme ve deri tahrişi var. Hemen biriki yarabandı ile yarayı kapatıyoruz. Mikrop kapmasını önlemek için.

Daha sonra karın bölgesindeki bir yarayı da yarabandı ile kapatıyoruz. Yaralar derin değil. Bu iyi. önemli bir sorun yok. 2 dakika sonra Murat bize yaralarının sızladığını söylüyor. Bazı yaraların üzerine antibiyotik etkisini umarak kolonya döküyoruz. Kanama duruyor. Yola devam ediyoruz ama bisiklet üzerinde değil.

Yağmur arada bir çiseliyor. Elbiselerimiz biraz nemlendi. Hava serinledi. Bulutlar zaten gittikçe batan güneşin ışınlarının bize gelmesini önlüyor. Murat ‘in isteği üzerine o günü (cuma) gezimizin “Hüzün Günü” ilan ediyoruz. ilk 5 dakika fazla ses soluk çıkmıyor. Ardından muhabbet yine başlıyor. Sonra biraz espri. Her ne kadar ayaz kadar soğuk olsalarda. Bütün bu tehlikelere, moral çöküntüsüne, yaralara, ümitsizliğe ve korkuya rağmen ilerliyor Solucan Takibi ekibi… Ve şaka yapıyor. ölümle dalga geçercesine… Solucan Takibi üyeleri belki de hayatlarının en karamsar günlerini yaşıyor, belki tam tersi. Değerini anlıyor bazıları; arkadaşlığın, sağlığın, açık havanın, evde olmanın, güvenin, iyiliğinin ve hayatın… Yüzler gülüyor tüm somurtkanlığına karşı asfaltın.

Köye biraz daha yaklaştık. Bu arada nadiren yoldan gelen-geçen, bize uygun araçlara yardım çağrısı yapıyoruz. Rampadan aşağı son hız inen bir 50 NC ‘ye ne kadar bağırdıysak ta durduramıyoruz. Az sonra bir murat taksi duruyor.
-Yaralımız var, diyoruz.
-Atın, götüreyim, diyor.
-Abi sende traktör falan yok mu? Diğerlerini ve bisikletlerini de götürmemiz lazım.
-Benimki tamirde.
-Yapma yaa. Komşudan falan alsan. Masrafları karşılarız para yönünden endişe etme.
-Yok, o sorun değilde. Bizim köyün (Beyköy) insanının huyu pek iyi değildir.
-Neyse abi çok sağol. Allah razı olsun. Sen devam et.

Abinin niyeti gerçekten iyiydi ama bize uygun değildi aracı. Biraz daha ilerliyoruz. Arkadan büyük bir pick-up geldiğini görüyoruz. işaret edip durduruyoruz. Derdimizi anlatıyoruz. Abi sağolsun çok iyi. “Atın bisikletleri arkaya bakalım!” Biraz zorda olsa o yorgunlukla bisikletleri yüklüyoruz. Bizi Beyköy sağlık ocağına kadar bırakacak abi. Büyükalan’a kadar götür, paranı verelim, diyoruz. “işim var, yoksa sorun değil. Sağlık ocağına kadar bırakırım sizi” diyor abi.

Köyün içine girince sora sora köy meydanına geliyoruz. Abartısız, en az 50 kişi var meydanda. Kahve tamamen dolu. Birde pazar gibi birşey var ki heralde meydanda millet toplanmış. Meydana girdiğimizde bütün gözler üzerimize çevrildi. Ses-soluk kesildi. Sadece bize bakan gözler var. Tahmin edemeyeceğiniz kadar çok rahatsız olduk bundan. Kahvedekilere ,selamsız, “Sağlık ocağı nerede?” diyorum. Cevap yok. ikinci denemeden sonra yaşlıca bir amca eliyle yukarıyı işaret ediyor. Meğerse sağlık ocağı kahvenin üst katıymış. Tenha bir köşeye çekiyor abi kamyoneti. Bisikletleri indiriyoruz. çok ama çok ısrar etmeme rağmen para almıyor abi bizden. Teşekkür edip, uğurluyoruz.

Köy meydanından biraz uzakta bir yerde sokaktan geçenlerin meraklı bakışları arasında biraz bekliyoruz. 50 kişinin arasında sadece 9-10 yaşlarında bir çocuk yaklaşıyor yanımıza.

-Nerden geliyonuz, nereye gidiyonuz abe?
Anlatıyoruz taze derdimizi ona samimi bir şekilde. Muhabbet ilerliyor. Artık kahvedekilerin duyabileceği şekilde kahkahalar bile atıyoruz bazen. Mesut görünüyor, uzaktan bir akrabası bizi almaya geliyormuş. 20 dakika kadar muhabbet sonra beklediğimiz kişi geliyor. Honda Civic otomobili görünce şaşırıyoruz. Mesut’e “Bisikletleri nasıl götüreceğiz koçum?” diye soruyoruz. Cevap alamıyoruz tabi. Onunda biz gibi durumdan habersiz olduğu belli. Hepimiz traktör benzeri bir araç bekliyorduk. Bisikletleri götüremeyeceğimizden buraya biryere kilitlemeye karar verdik. Bizimle muhabbet eden çocuğun dedesinin evinin müsait olduğunu sevinerek öğrendik. Ev meydana yakınmış ama giderken meydanın içinden geçmek bizi huzursuz ediyor. Dedeye teşekkür edip, elini öpüyoruz.
Arabanın yanına geliyoruz. Amcayla tanıştıktan sonra arabaya atlayıp, yola çıkıyoruz. Mesut sağlık ocağının kapalı olduğunu söylüyor. Arabayla gelirken hikayemizi anlatıyoruz “amca” ya. çok keskin virajlar, dar ve engebeli asfaltları hızla geçiyoruz. Hava kapalı, güneşin somurtkan olmasına karşın, ağaçlar henüz küsmemiş; güzellikleriyle bizi rahatlatıyorlar. Mesut’in dedesinin evine gelince buyur ediyoruz amcayı ama gelmiyor. Elini öpüp, çok çok teşekkür edip uğurluyoruz “amca” yı. Eve geçip oturuyoruz. Solucan Takibi üyeleri önce birbirlerine bakıyor saf saf… “Nasıl” kurtulduk biz oradan yahu? dercesine. Sonra ev halkıyla tanışıyoruz. Güneş dağların arkasına kaçıyor. Ve çok tatlı bir muhabbet başlıyor… Ebeveynlerimize telefon ediyoruz ama olanlardan bahsetmiyoruz… şimdilik…

Bu arada size Büyükalan’dan bahsedeyim biraz. Yeşil. Her taraf yeşil. O kadar yeşil ki, yeşilden bıkmanız olası. Burdur çöllerinin ortasında bir serap sanki. Fındık bile rahatlıkla yetişebiliyor. Arabayla Beyköy’den Büyükalan’a giderken çevreyi inceleme fırsatımız oldu. Ralli yollarını aratmayacak derecede virajlı ve ince bir asfalt. iki yanı yeşillik. Bu yeşilliğe ufak bir dere eşlik ediyor. çok harika bir uyum gerçekten.

Akşamki muahbbette bir karar aldık. Bundan sonra gezi grubumuza Solucan Takibi demiyeceğiz. Köfteciler! Bundan sonra bizim adımız Köfteciler. Aslında “Bozuk Köfteler” de olabilirdi ama çok uzun diye tercih etmedik onu. Neyse, sonuçta bundan sonra adımız Köfteciler. “Ingh! Köfte mi? Ne alaka!?” diyen unutkan okrular için ufak bir hatırlatma yapalım: burak (2) ve Mesut (4) bugün (cuma) Tefenni’den çıkmadan biraz bozuk Köfte yediler. Mesut’in yolun ortasında midesi bozuldu. Durmak zorunda kaldılar. Yağmur buarada Solucan Takibi ekibini, pardon Köfteciler ‘i biraz ıslattı. Daha sonra Mesut’in gitmesiyle boşta kalan bisikleti taşımaya çalışan Murat kaza yaptı ve yaralandı. Daha da kısaca bugün başımıza gelen dertlerin çoğu 6 köfte yüzünden geldi.

Gece uyumak kolay olmadı. Ortalıkta fazla sinek yoktu. Biraz laflamadan sonra günün yorgunluğuna yenildi Köfteciler…

——————–
3. GüN
CUMARTESi
——————–

Köfteciler sabah tahmin ettikleri kadar geç kalkmadılar. (11:00 civarı) Bugün bisiklet yoktu. Günümüzü Büyükalan’da gezinerek, dinlenerek ve enerji depolayarak geçirecektik. Köfteciler olarak köyü gezdik. Yeşillerin gözümüzü rahatsız etmeye başlamasıyla eve geri döndük (her taraf yeşil yahu! Bu kadar da olmaz!)

Bugün Köfteciler için tam bir dinlenme ve enerji depolama günüydü. Sabah kalktıktan sonra diyemiyorum ,çünkü neredeyse öğlen olmuştu, yöresel “bişi” yemeğiyle kahvaltı konusuna başladık. Sonra asıl meseleye geldik: “gezi”.

Nede olsa şu anda Köfteciler olarak gezideydik ve amacımız geziydi. Köyün doğal güzelliklerini yakından inceleme imkanına sahip olduk. Arkadaşlarla yolları, bu sefer bisiklet lastiklerimizle değil de ayakkabılarımızla aşındırdık. Günün önemli bir kısmını gezinerek ve ekip üyeleriyle konuşarak geçirdik. Köftecilerin gezi hakkında yaptığı muhabbetlere doyum olmuyordu. Akşam yatmadan önce burak Köftecileri bir rep konseriyle coşturdu. Fazla gecikmeden uykunun tatlı kollarına atıldı Köfteciler .

———-
4. GüN
PAZAR
———-

Sabah erken kalktık. Bugün gezinin planına göre oldukça hareketli bir gün olacağa benziyordu. önceden ayarladığımız traktör, bizi Beyköy’e bırakacaktı. Oradan bisikletleri alıp yolculuğumuza devam edecektik. Mesut’in durumu iyiydi. Murat’in yaraları ise kapanmış sayılırdı. Köfteciler ‘in tamamı uzun yollar için hazırdı. Mesut’in bisikletinin ön cantı, Murat düştüğü sırada hasar görmüştü. O şekilde yol alması çok zordu. Dün akşam mucizevi bir şekilde bu sorun halloldu. Harabeye dönmüş bir bisikleti incelerken (ayarladığımız traktörün oğlunun) ön cantının sağlam olduğunu şaşkınlıkla gördük.

Sabahın ilk ışıklarıyla yola çıktık. Traktörün arkasında giderken muhteşem manzara bir daha tanık olduk. Bu sefer ümitsizlik yoktu yollarda. Yanımızda kıvrıla kıvrıla uzanan suyun kulak okşayan sesini duy… duyamıyorduk çünkü traktörden çok fazla ses geliyordu. Beyköy’e erken girdik. Bereket! Ortalıkta kimsecikler yok. Bisikletleri traktöre güzelce bağladık. Bizde sağına soluna tutunduk. Bizi Tefenni yolundaki en büyük yokuşa kadar çıkaracaktı bu makina. Zaten Solucan Takibi gezisinin bisiklet üstünde olmadan geçen kmleri buralardan ibaret. Giderken Murat, Mesut’e düştüğü yeri gösterdi. Derken tepeye vardık. Burası Mesut’in rahatsızlığının iyice arttığı, benimde Mesut’in bisikletini halatla çekmeye çalıştığım yerdi. Bisikletleri indirdik. Mesut’in yamuk cantını söküp traktörü gönderdik. Ben ses sistemini kurarken diğer Köfteciler Mesut’in ön tekeriyle uğraşıyorlardı veya kendi bisikletlerini kontrol ediyorlardı. Sonunda hazırlıklar tamamlandı ve ayaklarımızın altında uzanan ovaya kendimizi bırakmamızın zamanı geldi. şapkalarımızı ve yüksek hızda uçabilecek nesneleri güvene aldıktan sonra iniş başladı. Aramızdaki mesafeyi uzun tuttuk. çünkü yolumuz hem uzundu, hem de virajlı. Sabahın serinliğinde çok zevkli bir iniş oldu. Mesut’in cantı dışında hiçbir teknik problem yaşamadan Tefenni’ye doğru yolculuğa başlamıştık.

Mesut’in yeni taktığı ön cantta herhangi bir sorun çıkarmamıştı Allah’tan. Yoksa 20 km Tefenni’ye kadar idare etse bile Pazar pazar tamirci bulmamız olası değildi. Hızımızı rampadan kazandıktan sonra güzel ve hızlı bir tempoda devam ettik 45 dakika kadar. Bir ağacın gölgesinde durduk ve neredeyse kaynama sıcaklığına ulaşmış olan kolamızı içtik. Birkaç bin pedaldan sonra Tefenni sınırına girdik. Güne hızlı başlamıştık. Burada bulunan ve böbrek taşı hastalığına iyi gelen “Barutlu su” dan içtikten sonra Tefenni sınırlarını terkettik. Tempomuz oldukça hızlıydı. Artık önümüzde geniş ve düz yollar vardı. Karamanlı uzaktan görünüyordu. Saat daha erkendi ve biz buna rağmen tempomuzu yavaşlatmıyorduk.

Yol çizgisi kesintili bir şekilde gözlerimizin önünden akarken, insanlar zamanın durduğunu hissetti bir an. Bu his, belli ki önceden hissedilmemişti. His dünyasından sıyrılan hissiyatı kuvvetli insanlar birden önemli bir olguyu farketti: yorulmak. Evet Köfteciler yorulmaya başlamıştı. Gezi grubunun maddi eksiklerini kapatan manevi gazları: keşif heyecanı artık eski sıcaklığını kaybetmişti. Müzik eşliğinde aşılan kilometreler insanları hayata bağlıyordu ve bu insanlar hayatı seviyordu, delice, ölürcesine …

Karamanlı ilçesi olaysız bir şekilde geçildikten sonra çıkıştaki turistik tesisin önünde durduk. Köfteciler artık bu işe alışmışlardı. Bu kendini büyük görme değildi. Aksine doğa karşısında acizliklerini kabul edip, mücadele etmekti. Duyulan ses müzikten ayrı, kulakların aşina olduğu zincir gıcırtılarıydı 4 gündür. Edebiyatın o uçsuz bucaksız çicek kokulu yollarında kaybolmadan asıl konuya gelsek iyi olacak sanırım.
Hem buradaki yollar pek de çicek kokmuyor. Karbon monoksit desek daha mantıklı olur sanırım. burak, Murat ve Aziz buradan köye uğramadan direkt olarak Burdur’a gitmeyi düşünüyorlardı. Aslında grup zaten istemsiz de olsa Burdur istikametinde pedallar pedallıyordu. Durmalarının sebebi hem dinlenmek hemde grup üyeleri hakkında bilgi almaktı. Murat in yaraları ve bacağı onu pek rahatsız ediyor gibi görünmüyordu. Köfteciler Mesut’e durumunu sordular. Mesut : “Bu mide beni Burdur’a götürmez.” Köfteciler hiç beklemedikleri bu cevap karşısında ağaçtan düşmüş karpuza döndüler (?)
Murat : “Napalım o zaman?”
Memoli “Köye çıkalım”
Aziz “Burdur’a gidelim.”
Mesut “Planı uygulayalım. Bugün köyde sabahlayalım. Yarın da belki iyileşirim.
burak : “Mesut’i otobüsle yollayalım, biz devam edelim.”

Sonunda 15-20 dakikalık münakaşa sonrasında köye çıkmaya karar verdik. Gözlerinin önündeki tepe büyüdükçe büyüyordu şimdi.

iyi kötü yokuşu çıkmaya başladı 5 bisikletli. Köye çıkmak için 1. gün ıslandıkları virajlı, dar ve yokuş yolları geçmeleri gerekiyordu şimdi. Artık bisikletler yavaşlıyordu. Köfteciler bisikletleri yanlarına alıp yürümeye başladılar. Yokuşu çıkarken moraller düştü. Homurdanmalar başladı. “şimdiye Burdur’a vardıydık!” gibilerinden. Mesut zaten hastalığı artmış bir vaziyette herkesten sessiz ilerlerken Memoli duruma açıklama getirme gereği hissetti. şimdi nereden bileceksin kardeşim sen adamın ne hissettiğini. E canım söylediği laflardan anlayacaksın. Bak ne demiş Memoli : “Siz sadece psikolojinizi düzeltin, gerisi kolay, az kaldı zaten…” Köfteciler ‘in dakika bşaına sarfettiği kelime sayısı oldukça azaldı. Herkes kendi derdiyle başbaşa kaldı. Bu yokuştan inerken hissedeceklerini düşünüyorlardı belkide bazıları. Kimileri arada sırada arkasına bakıyor, katettikleri kilometrelerce asfaltı süzüyor, ümit toplamaya çalışıyordu. Zorda olsa bir gölge bulundu ve bir mola verildi. Su problemimiz yoktu. Sabahtan bu yana teknik arızayla da karşılaşmamıştık. Tek problem yokuşlardı artık Köfteciler için. Bisikletler yorgun, bisikletçiler kadar. Asfalt sıcaktan erimiş. Memoli Köfteciler ‘in imzasını atıyor erimiş asfalta ufak bir çöple. Bisikletçilerde kısa bir düşünce seli. Aziz :”Hadi gidelim!”

SOLUCAN TAKiBi

[ ] BöLüM IV

——————–

4. BöLüM

——————–

“Herşeyin başladığı sona yakın” bir anda yaşanan maceralar …

2001 temmuz

Yazan Burak Burak

öZGüRLüK
——–

keşfetmek
rüzgarı hissetmek
hızın verdiği tedirginlik
gün ışığının gözünü kamaştırması
takım ruhuyla ilerlemek
heyecanlanmak
yardım etmek
hızlanmak
ümitlenmek
şartlara dayanmak

sessizlik

düşünmek
hayatı sevmek
hayata bağlanmak
yaşamak
doya doya yaşamak
doğa ile arkadaş olmak
yolları tüketmek
yokuşu çıkmak
enerji harcamadan yokuş aşağı gitmek
vites artırmak
pedalı ayağının bir parçası gibi algılamak
mola vermek
dinlenmek
müzik dinlemek
terliyken buz gibi su içmek

başarmak

Bademli mevkine yaklaşırken çok sık mola vermek zorunda kaldık. çünkü Köfteciler zaten yorgundu ve yol gerçekten zordu. Bu geziyi ulaşılmaz yapan da belkide buydu. Sonunda yokuşlar bitti ve Bademli köyü ufukta gözüktü. şimdi bisikleti yerçekiminin keyfine bırakma zamanı gelmişti. Tepenin üstünde kontroller yapıldı.

Sonunda Köfteciler harekete geçti. Oldukça uzun bir iniş olacağa benziyordu. Hafif bir rüzgar çıkmıştı ama ekip artık yeterince tecrübe kazanmıştı. Vitesler maksimuma çıktı. Hızlarda rüzgarın izin verdiği kadar limite yaklaştı. Rüzgar vızıltısından başka bir şey duyulmuyordu. Normalde fazla şişirilmiş lastikler engebeli asfaltla yüksek hızda temas edince pek konforlu bir yolculuk ortaya çıkmıyordu.

Virajları süratli bir şekilde geçen bisikletliler yavaş yavaş yavaşlıyorlardı. Bu yavaşlama her ne kadar yavaş gerçekleşsede ekibin hızı yavaş değildi. Artık iniş bitmiş Köfteciler sabit hızda gitmeye başlamışlardı.

Bademli köyü tekrar uzaktan göz kırptı tepenin ardından. Tarlaların biçilmiş sarılığı ve ağaçların canlı yeşilliği, gökyüzünün derin maviliğiyle birleşince karşımıza harika bir manzara çıkıyordu. Kel tepelerin ağaca duyduğu hasret belli oluyordu kahverengi renklerinden.

Yol daralmaya, virajlar ise sertleşmeye başlıyordu.

Sonunda evleri net olarak seçmeye başladık ve köye girdik. Dedemgilin evi köyün çok içinde olmadığı için köyün derinliklerinde fazla gezinmedik. Hemen bisikletleri bir tarafa atıp içeri geçtik. Mesut hasta haliyle hemen bir kenara çekilip uzandı. Diğerleri de farklı değildi. Ufak bir uykunun kollarında buldular kendilerini.

Ev halkı bizi gördüğü için gerçekten sevinçliydi. çünkü yaptığımız oldukça tehlikeli ve riskli bir işti. Başımızdan geçen olayları kısaca anlattık. Annem Burdur’dan bize yardımcı olmak için gelmişti . Köftecilerin sırtında 4 günün yorgunluğu binmişken uyanmaları kolay olmadı.

Murat bize harika bir patates kızartması hazırladı. Bilemiyorum belkide tadı berbattı ama o açlık ve yorgunlukta bize dünyanın en güzel yemeği gibi geldi. Saat 16:00 olunca yola çıkacaktık. Karar vermiştik. Köy yolundan aşağı ana yola kadar beraber gidecek, Mesut’i ise anayoldan otobüs ile gönderecektik.

Hazırlıklar tamamlandı. Son Bademli-Burdur yolculuğu için fazla gerekli olmayan yükte ağır pahada hafif eşyalarımızı anneme bıraktık. Sonra getirmesi için. Ve yola çıktık.

Güneş ışınları derimize eğik açıyla gelmeye başladığından hararet probleminden biraz olsun kurtulmuş sayılırdık. Buna rağmen akşama Burdur’a yetişememe gibi ciddi bir sorunla karşı karşıyaydık. Gece için neredeyse hiçbir önlemimiz yoktu. Bisikletlerin hiçbirinde dinamo-lamba aksamı bulunmuyordu. Sadece pilli ufak bir el feneri bizi karanlığa karşı koruyacaktı. Hava bulutluydu ama seyrek ve açık renkli bu bulutlar yağmur bulutları değildi. Hafif bir rüzgar hızımızı kesiyordu.

Yol şartlarını düşünürken önümde arkadaşlarımın kaldırdığı tozdan, toprak bir yola girdiğimizi anladım. ilk gün çıkarken bittiğimiz yokuşun tepesindeydik ve “o an” a kadar çıktığımız tüm yokuşlardan öç alırcasına yüklendik pedallara. Arkama baktığımda metrelerce yukarı çıkan toz bulutundan başka birşey göremedim.

Yol, toprak olduğu için engebeliydi ve bisikletleri yüksek hızda dengede tutmak kolay olmuyordu. Kanlarımızdaki adrenalin seviyesi artıyordu. Derken bir köpek sesi duyar gibi oldum. Ardından Memoli : “Köpek geliyor!” dedikten saliseler sonra önümüze hızla geçti. Gözlerimize inanamadık. Memoli gezi boyunca devamlı temkinli ve geriden izlerdi bizi. önümde pedallara asılmış bir şekilde tozutarak süratle ilerlerken görünce Memoli’yi bir çeşit olduğumu söylemeliyim.  Neyse … Sonunda asfalta çıktık. Geldiğimiz yol tozdan gözükmüyordu. Bisikletler kadar bizde tozdan biraz beyazlaşmıştık.

Mesut yokuş aşağı manzaralı yolu görünce hasta olduğunu unuttu ve pedallara daha hızlı basmaya başladı. iki tarafı ağaçlarla kaplı yoldan rüzgarla yarışırcasına indik.

Zevkli bir inişten sonra anayolda durduk. Mesut’i otobüse bindirip diger Köfteciler olarak biz Burdur’a gidecektik.

Yarım saat bekledik ama gelen giden otobüs yok. 14:30 civarlarında Mesut’le vedalaşıp yola çıktık. Onu otobüse bindirememiştik, orada bırakmıştık. her ne kadar bunu kendisi istemiş olsa da içimizdeki soru işaretlerinin bizi gıdıkladığını hissediyorduk. Köfteciler durgun bir şekilde yola çıktı. Ama bu sefer 4 kişi.

Mesut ufukta kaybolduktan sonra tempomuzu biraz daha hızlandırdık. Günlerin ve kilometrelerin yorgunluğuyla bitkin bir şekilde ilerliyordu Köfteciler . Yorgunluklarına rağmen tempolarını düşürmüyorlardı. Karanlık Köfteciler ‘i 20:00 da yakalayacaktı. Bu yüzden acele etmeleri gerekiyordu. Zaten yorgun olduklarından yokuşlarda çok sık mola vermemiz lazımdı. Bu kayıpları düz yolda hızımızı belli bir değerin altına düşmeyerek kapatmayı düşünüyorduk.

Mesut halen düşüncelerimizden çıkmış sayılmazdı. Acaba n’apmıştı? Otobüs bulabilmişmiydi? Yoksa dağın, çölün, bozkırın ortasında hasta haliyle bisikletiyle başbaşa mıydı şu anda?

Bir benzin istasyonuna girdik. Sularımızı tazeledik. Su gerçekten çok soğuktu. Babamla kısa bir görüşme yaptım ve Mesut’ten bahsettim. “Gerekirse gelip alabiliriz sizi.” güvencesini aldım. Orada oturan birkaç yerli “dayı” ile muhabbetten sonra Köfteciler ufka yöneldi tekrar.

Birkaç kilometre gitmiştik ki bir 50 NC yanımızdan korna çalarak geçti. ilk dikkatimizi çeken otobüsün arkasındaki kırmızı bisikletti. Bu bisikletin Mesut’in olduğunu anlamamız birkaç milisaniye sürdü. Arka pencereden el sallıyan kafanında, bisikletin sahibinin kafası olduğunu anlamamızda birkaç milisaniye sürdü. Sadece bakmakla yetinmeyeceğimizden bizde çılgınlar gibi bağırıp , el sallamaya başladık. Olaya fransız kalan insanların yerli yorumuyla “delice” hareketler yaptık o sevinçle. Ne de olsa “delikanlı” idik

Mesut’in Burdur’a yollanması bizi gerçekten rahatlatmıştı ve sevindirmişti. Bu moralle hızımızı artırdık ve muhabbetleri koyulaştırdık. Maalesef durumu muhafaza etmemiz Karaçal yokuşuna kadar sürdü. Yokuşu görmemizle birlikte grup içerisinde bu engel hakkında yorumlar başladı.

Bu dağı bi kere daha aşmıştık
indiğimiz gibi çıkarız
Alıştık artık
Bu da yokuş mu

Ancak bu yokuştu ve farklıydı. çık çık bitmiyordu. ilk gün buradan aşağı inerken 15 dakika son sürat yarıştığımızı hatırladık. Kamyonların ve otobüslerin de bizler kadar zorlandığını anlamak için fazla kafa yormaya gerek yoktu. Yüksek motor devirleri ve koyu egzoz dumanları durumu açıklıyordu. Bisikletler ellerimizde santim santim ilerlerken ilk gölgeyi (ağacı) görür görmez durduk. Dünyanın çekirdeğinden 1 saat öncesine kadar birkaç yüz metre uzaklaştığımızdan mıdır nedendir bilmem ama manzara harikaydı.

15 dakikalık uzun bir molada suyumuzun çok az kaldığını anladık. Birkaç on metre sonunda o da bitecekti. Yokuşu çıkmaya devam ettik. Solumuzda dağ, sağımızda çam ağaçlarının süslediği şarampol manzaralı yokuş yol ardımızda kaldıktan sonra bisikletlerin üzerine atladık ve vitesleri yükselttik. Gezimizin en zevkli ve heyecanlı bölümlerini bu gibi yerler oluşturuyordu. Hiç pedala basmadan limit hıza ulaşmak gerçekten çok eğlenceli birşeydi. Bu arada fazla hızlanmıştık. Murat önden gidiyor. Aziz onu takip ediyor, sonra Ben ve Memoli… Murat oldukça hızlanmıştı. Gözden kaybolmuştu neredeyse. Ben Aziz ile paralel giderken karşımıza dev birşey çıktı. Aman Allah’ım! Bu bir biçer döverdi ve iki şeritlik yolun beşte üçünü kaplamıştı. Ben arkamı kollayıp yolun solundan sağındaki şeride geçtim. Aziz ise bankete girerek, tozu dumana katarak soldan geçti. Ben koca makinanın yanından geçerken sürücüye selam vermeyi unutmadım. Oda hafif bir tedirginlikle cevap verdi. Ufak bir tehlike de ucuz atlatılmıştı.

Karaçal köyünde durduk. Zaten yol köyün içinden geçiyordu. Sularımızı doldurduk. Bu seferki soğuk değildi. Hatta sabahtan beri güneşin altında pişerek ılımıştı bile. Zor da olsa susuzluğumuzu giderdikten sonra köy çocuklarının meraklı bakışları arasında bisikletlere bindik. Bu çocuklar diğer yerlerdeki çocuklara göre daha meraklıydı. çünkü yanlarında biraz ingilizce biraz da saçma sapan anlamsız şeyler konuşmuştuk  garipler kimbilir neler düşünüyorlardı hakkımızda. Neyse bisikletler tekrar harekete geçti.

Karaçal barajının su tahliye kanalının içinden çıktık yokuşu. Oldukça eğlenceli bir işti bu . V şeklindeki kanalın bir tarafından diğer tarafına yuvarlak tekerler üzerinde geçmek oldukça garip bir duyguydu. Ve Hacılar gözüktü.

Hacılar’dan suyumuzu tekrar doldurduk. Bu seferki gerçekten soğuktu. Hızlıca içemeyeceğiniz ve içince de dişlerinizi çatlatacak gibi olanlardan. Köy halkına fazla rahatsızlık vermeden ayrılıyoruz. üzüm bağları daha olmamış. Tarlalar halen sarı. Bıraktığımız gibi.

Hacılar’dan çıkmamız uzun sürmedi. Hızla metreleri katederek Kuruçay’a geldik. çok kısa molalardan ve su tazelemelerinden sonra yola devam ettik. Burdur gölü ufukta bize el sallıyordu geniş ormanların ardından artık. Buna rağmen 20 kilometreye yakın yolumuz vardı. Yorulmuştuk. Gecenin bizi yakalamasına da az kalmıştı. Tempomuzu düşürmemeye çalışarak yola devam ettik. Genelde yokuş aşağı geliyorduk. Burdur gölünün yanından, geniş ve bomboş yollardan ilerlerken herkesin içinde önceden tadılmamış duygular vardı. Başarı… Herşeyiyle muhteşem bir geziydi bizler için … Her ne kadar başımıza türlü türlü acayip belalar gelsede bu gezi hepimizin hayatında önemli bir yer işgal edecekti bundan böyle. Yorgunlukla birlikte heyecanı yaşıyorduk. Herkesin yapamayacağı, belkide çok az kişinin yapmaya cesaret edebileceği bir geziyi başarıyla tamamlamıştık.

Burdur levhasını gördük. Nüfus elli bin küsür. Yamaçlarda erozyon izleri var. Gölün nemi rahatça hissediliyor. Evler başlarken aklımızda başka düşüncelerde harekete geçiyor. Bu gezide çok şey öğrenmiştik.

Takım çalışmasının önemini,
Yardım etmeyi,
Mücadele etmenin gereğini,
Doğayı öğrenmiştik bu gezide.
Dağlarla, ağaçlarla, engellerle, yokuşlarla arkadaş olmayı öğrenmiştik.
Kimseye zarar vermeden heyecan ihtiyacımızı nasıl karşılayacağımızı öğrenmiştik.
Banyo yapmanın değerini anlamıştık.
Bisikleti sevince, bu işi sevince herşeyin kolaylaştığını şaşırarak görmüştük.
Bitmez yokuşları bitirmesini, varılmaz ufuklara varmasını, ulaşılmaz olana dokunmasını bilmiştik.
Rüzgarın sesini usanmadan dinlemeyi, ağaçların yeşilliğinden bıkmamayı (!) öğrenmiştik.
Bisiklet oturağının uzun yolculuklar için çok da rahat olmadığını, şapkayı suyla doldurmanın eğlenceli olduğunu öğrenmiştik.

Hayatı öğrenmiştik, belkide kendimizi…

Yada en azından öğrendiğimizi sanıyorduk. Benim ise ufuktaki kızıllığa bakarken tek düşündüğüm, böyle bir geziyi kesin tekrarlamamız gerektiğiydi.

Burak B.
Burdur
2001

Son kez elden geçirdiğim tarih:
21 Ekim 2001 Pazar 00:43

Köşedeki tüm yazılar :

toz ve çamur


Köşeler

En Son Yazılar