Shock Position

November 15th, 2004

Bölüm 1

SHOCK POSITION

Sabah erkenden hazırdı bisikletler kilometrelerce uzunlukta yollar için. çantalar geceden kalma tamamen dolu. 2 adet 2 kişilik çadır almıştık bu gezi için. Geçen sene yapmayı planlayıp hayata geçiremediğimiz bir projeydi bu. Solucan Takibi’nin ilk proje rotalarından biri olduğu için manevi önemi (!) fazlaydı bizim için bu Salda gezisinin. Güneş daha görünmüyorken Burak ve Aziz, Mesut ve Mehmet’un evine geldiler. Hazırlıklar tamamdı. Bu gezide ekip daha da profesyonelleşmişti ama halen amatörlük devam ediyordu.

Bu geziyi daha ciddiye alıyorduk. Birincisi; diğer gezilerden başımıza gelen olayların tecrübesiyle çıkıyorduk yola. ikincisi gideceğimiz yolu tam tanımıyorduk ve böylece büyük bir risk alıyorduk. üçüncüsü bu gezi için yeterince planlama aşamasında vakit harcamamıştık. Burak ve Mesut’in üniversite ve ehliyet işleri arasında araya sıkışmış ve aceleye gelmiş bir hali vardı gezimizin.

* * * Aziz

Daha güneşi görmeden yola çıktık. çantalar ağzına kadar dolu. Burak ve Mesut’in bisikletlerinin omurgalarına sarılı çadırlar en azından sırta yük yapmıyordu. çantalara çadırda kalacağımız için bir de battaniye yükü eklenmişti ki gerçekten çok yer kaplıyor ve ağırlık yapıyordu.

şehirden çıkmamız ve Burkent yokuşundan aşağı doğru hızlanmamız uzun sürmedi. 4 kişilik bir ekip günün ilk saatlerinde gayet zinde ve enerjik bir şekilde ilerliyordu. Bu arada isterseniz gezimizin adının yani, şok Pozisyonu’nun, hikayesine başlayalım. Aslında bu adın Solucan Takibi’nin yada Köfteciler’in hikayesi gibi bir hikayesi yok. Ben yani Burak ehliyet sınavının ilkyardım bölümüne hazırlanırken bir şey okudum.

- – - şOK – - -

Kan dolaşımı yetersizliği sonucu dokulara, organlara özellikle beyne yeteri kadar kan gitmemesi nedeniyle hayati faaliyetlerdeki azalmadır. Dolaşım yetmezliği sonucu, beyne giden kan azalır, buna bağlı bilinç bulanıklığı, bilinç kaybı oluşur.

şokun Sebepleri : Aşırı kanamalar, kalp yetmezliği, zehirlenmeler, sıvı kaybı .

Belirtileri : Vücut ısısının düşmesi , nabız sayısı artar, zayıflar; solunum sayısı artar, zayıflar; deri rengi soluklaşır, soğuk terleme vardır.

ilkyardım : Kanama durdurulur, şok pozisyonu verilir, üzeri battaniye ile örtülür, konuşularak şuuru açık tutulur, sevk edilir.

şok Pozisyonu : Hasta sırtüstü yatırılır. çene göğüsten uzaklaştırılarak solunum yolu açılır. Ayakları yerden 30-40 cm yukarı kaldırılır. şokta etkilenen sistem dolaşım sistemidir. şoktaki hasta uyaranla (alkol koklatma, tokat atma) kendine gelmez, şuuru açılmaz.

* * * Salda

Evet, böylesine gerekli ve acil bir bilgiyi de verdikten sonra devam edelim. Dedim işte şok Pozisyonu tehlikeyi, riski hatırlatan bir kelime. Bizim geziyi de kaldırabilecek karizmaya sahip söyleniş açısından bile. Bu tip sebeplerden geziye, ekip üyelerinin sessiz kalmalarını kabul anlayarak Shock Position dedim . şimdi diyeceksiniz şok Pozisyonu’nu anladık da neden ingilizce Shock Position? Evet, güzel bir soru. Türkçe hali yanlış anlaşılabilir diyebilirim belki ama yine de inandırıcı olur mu bilmem.

Bu konuyu da açıklığa kavuşturduğumuza göre artık ekip üyelerimizden şokçular diye bahsetmemizin bir sakıncası kalmamıştır umarım. Haa! Bu arada başımıza fizyolojik olarak şok Pozisyonunu gerektiren bir durum gelmedi Allah’a şükür ; korkacak birşey yok.

Bu konuları şokçular (daha isimleri şokçular olmamıştı ama fark etmez) tartışırken Solucan Takibi gezisinin ilk mola yerine geldiler. Bir nostalji yaşandı ucundan azıcık. Birkaç bir şey yedik, daha açıkçası Mesut ve Mehmet’un annesinin hazırladığı aşırı şekerli kurabiyeleri yedik ve aşırı susadık. Ama önümüzde medeniyet dolayısıyla su olduğu için içimiz rahattı.

Sabahın bu güzel ve yolculuk için elverişli vakitlerini değerlendirmek için molaya son veriyoruz. Hafif bir yokuş tırmanıyoruz. Bursüt fabrikası, petrol istasyonları, Buryem binaları geride kalıyor. Yol yeninden asfaltlanmış bu yüzden üzerinde hala mucur duruyor. Bisikletleri çok etkilediğinden değişik yol arayışlarına giriyoruz: Bankete girip çıkıyoruz, dikenler mucurdan daha tehlikeli bizim için. Bir yolunu bulup devam ediyoruz.

[ Kendin Bir yazı ]

şokçuların temposu güzel. Yokuşları bile belirli bir hızın altına düşmeden rahatça çıkıyoruz. Yollara alışkın bisikletler teknik olarak yeterli olmanın verdiği huzurla bizleri pek zorlamıyorlar. Güneşi sırtımızda hissediyoruz bir an. Arkamıza baktığımızda dağların arkasından güneşin bize yetişmeye çalıştığını görüyoruz. Onu geçemeyeceğimizi bile bile hızımızı artırıyoruz belki bizi yakalamasını geciktirebiliriz diye. Yollar düzleşiyor yine. Göller bölgesinin gülü Burdur gölü, dağlar ve ova manzarası. Ekip bu manzaradan hiç sıkılmayacakmış gibi gözlerini yoldan kaçırıp sağımızdaki güzelliğe bakıyor.

Siyah asfaltı renkli gözlük ve şapka arasından izlerken bir inişe geldiğimizi fark ediyorum. Dik sayılabilecek bir iniş: Kuruçay inişi. Ama pek uzun sayılmaz. Ekip üyelerini ilk hızlı iniş için ayarladıktan sonra bisikletleri bırakıyoruz rüzgara ve yola.

Hızımız rüzgarın keyfine göre fazla yükselmiyor. iniş çabuk bitiyor gibi geliyor şokçular’ a . Uzun inişlere alışmaya başlıyorduk ve tabi uzun çıkışlara. Hayatın kısalığını uzun gezilerle kırabilir miyiz diyorum ama yaptıktan sonra her uzun şey kısa gibi geliyor insanın aklına. çok da sorun değil be diyorum en azından bir şeyler yapıyoruz yani yaşadığımızı fark etmek için. şöyle hayatımızda geriye baktığımızda kolayca fark edilebilecek kilometre taşları koymak istiyoruz yaşam çizgimize. Kolay olmuyor ama görünce hoşumuza gidecek olan taşları bulmak eğlenceli bir iş gerçekten.

[ Bir yazı Rüzgar ]

ilk girdiğimiz köyde su arıyoruz ve buluyoruz da. Yalnız yeterince yemiz olmadığı için buradan içmiyoruz. ilerliyoruz. Yassıgüme ve Hacılar köyü görünüyor uzaktan. Yolumuz da düz olduğu için hızla dar yolun banketinden devam ediyoruz ve Yassıgüme’de bir gölgede duruyoruz. Bisikletlerin izini görüyoruz beyaz toprakta. Bu izleri gelirken de göreceğimizi bilmiyoruz o an tabi. Yeterince dinlendikten sonra zaten yan yana olan köyler arasında transfer yapıyoruz. Hacılar’da yol üzerindeki bir gölgede duruyoruz. Sularımızı dolduruyoruz. üstümüzdeki (T-shirtlerimizin üstündeki) 2 katı çıkarıp, bisikletin oturağına bağlıyoruz. çok garip görünüyor ama rahat bir yolculuk için bu şart sanırım.

Karşı tarafta Jandarma karakolunun yanında duran telefon kulübesinden telefon edelim bari diye yaklaşıyoruz. Kredi kartıyla çalışan bir teknoloji harikasıyla karşılaşınca afallıyoruz bu köy yerinde. Vay be diyoruz yolumuza devam ediyoruz. Sol tarafımızda sert sert bize bakan kayalıkların gölgesinde ilerliyoruz. Solucan Takibi gezisinde polis amcalarla konuştuğumuz yerden düşünceli bir şekilde geçiyoruz. Köy Hizmetleri’nin şantiyesinin gürültülü bölgesinden devam ediyoruz eğlenceli yolculuğumuza.

Ufak bir iniş ve baraj köprüsünden geçtikten sonra Karaçal Köyü’ne giriyoruz. ilk başta bile zorlamaya hazırlanan yokuşta kolay pes ediyoruz yada kendimizi erkenden bitirmek istemediğimizden bisikletler yanda yola devam ediyoruz. Yol ayrımına yaklaşırken kenarda nadir bulunan bir ağacın altında mola veriyoruz. Suyumuz azalmakta ve karşımızda pek de su kaynağı yok gibi görünüyor. Burdur’dan gelen yolun ikiye ayrıldığı yerdeyiz şu anda. Sola dönersek Karaçal yokuşu (O ünlü, eski gezide bizi yiyip bitiren kastırıcı yokuş) var. Biz ise sağa yani Yeşilova yoluna döneceğiz ama tam olarak bilmiyoruz yolun özelliklerini. Tek bildiğimiz şimdi daha az kullanıldığı. Beklerken karşımızdan Tefenni otobüsünün içinde Mehmet ve Mesut’in babası geçiyor, el sallıyoruz gülümseyerekten.

* * * Salda

Bu yolculukta da iskelet sistemimiz, kas sistemimizden daha çok eziyet çekecek gibi. çünkü daha bacaklarımızda yorgunluk hissetmeden belimiz ağrımaya başladı uzun süre molasız gitmeye başlayınca. Bunda ağır battaniyelerin etkisi büyük. çantalar arkaya çekerken biz bisiklete doğru yani öne eğilmek zorunda kalıyoruz tabi bu arada olan omuriliğe oluyor. Omuz hizasındaki omurlarımız ağrıyor genelde. Konforlu araba ve otobüslerde bile uzun yolculuklarda bel ağrısı yaşandığını göz önüne alırsak bu durum pek de anormal değil. Sonuçta bisiklet üzerindesin, eğilmek zorundasın. Sırtında çanta var vs… şokçular’ın sağlığıyla ilgili bazı noktalara değindikten sonra pedal zamanı geldi sanırım.

Sağ taraftan yola devam ediyoruz. Uzun ama hafif bir iniş var karşımızda .Ben geriden gelirken fazla hızlanmayarak babamı arıyorum, durum raporu veriyorum kısaca. Trafik çok azaldı neredeyse sadece bizim yol. Dakikalar geçtikten sonra motorlu taşıtlarla karşılaşıyoruz. iki tarafımızda dağlar daha doğrusu tepeler var. Biz tarlaların arasından siyah yola yapışmış bir halde devam ediyoruz yola.

inişli çıkışlı yola başladık artık. Bu yolları bilmiyoruz. Hiç kullanılmayan eski bir yol ama asfaltı yeni yoldan daha güzel, mucurlar zifte zamanla daha iyi gömülmüş, dolayısıyla daha pürüzsüz. Su yok, gölge yok, medeniyet yok, insan yok. Yollar devam ediyor. Sıcak artmaya başlıyor, güneş bize yetişiyor.

Bölüm 2

SHOCK POSITION

Ufak bir mola verdiğimizde Aziz’in ön tekerinin biraz indiğini fark ediyoruz. Sabah neredeyse taş gibi sert olan tekerin bu yumuşak halini görünce kesin patlak var diyoruz. Ama eğer patlak küçükse bizi uğraştırmadan Salda’ ya götürebilir bu bisiklet diye düşünüyoruz.

önümüzde bir iniş var sonra az bir düzlük ve sonra çıkış. “Su karşıya bi gidelim bakalım ne olacak” diye çıkıyoruz yola Aziz önde. Sorunsuz ve hızlı bir şekilde geliyoruz yokuşun başına. Yavaş yavaş yukarı çıkıyoruz ufak bir gölge buluyoruz tam tepenin üstünde yani geldiğimiz ve gideceğimiz yolu rahatça görebiliyoruz. Aziz’ in tekere bakıyoruz neredeyse tamamen inmiş. ilk başta şoke olan ekip kısa bir panik sürecinden sonra toparlanıyor ve pit stop başlıyor. Baş mekanikerimiz Mesut hemen parçacı Mehmet’ dan aldığı anahtarlar ve Burak ‘den afırdığı iç lastikle sanatı inşa etmeye başlıyor (Vay be)

Zaten kolay bir mekanizması olan Bianchi’ nin ön tekerini çıkarıp, iç lastiği çıkarmamız birkaç dakikamızı alıyor. Burak’in önceki gün patlayan ve servis tarafından tamir edilen ve yerine yenisi takılan iç lastiği alıyor mekanik. iç lastiğin sibobunu jantın sibop deliğinden geçirmeye çalışıyor ama biraz uğraştıktan sonra “Haaa…..” diyerek şaşkınlığını belirtiyor. şok Pozisyonundan henüz kurtulmuş olan diğer ekip üyeleri sibobun orijinal Bianchi jantına büyük geldiğini görünce tekrar şoka giriyorlar.

[ Yalnız Değilsin Bir yazı ]

iç lastiği değiştirmemizin mümkün olduğu şartlar altında 5 dakikamızı alacak olan patlak olayıyla yarım saattir uğraşıyorduk. Yanımızdan bu süre zarfında bir çok araba geçmesine rağmen hiçbiri yardıma ihtiyacınız var mı diye durmuyordu halbuki ciddi bir problemle karşı karşıya olduğumuz belliydi elimizde iç lastik kimisi dış lastikte diken arıyor, kimisi de iç lastikteki patlağı bulmaya çalışıyor. Neyse ki 2. patlak büyük bir dikenin eseriydi ve bulması zor olmadı. Büyük deliği hemen Bally-yedek iç lastik parçası ile yamıyor Mesut . Kurumasını beklerken zaman ilerliyordu ve güneş artık bizim hararet yapmamıza neden olacaktı.

Derken kuruduğuna kanaat getiren baş mekaniğimiz Mesut pit-stopun sona ermesinin zamanının geldiğini belirtiyor. Hemen parçaları yerli yerine yerleştirdik ve pompa ile normalden fazla hava bastık Bianchi’nin ön tekerine. Bu şimdiye kadarki büyük gezilerimizde yaptığımız ilk patlak lastikti. Ama gerçekten olanaksızlıkları içinde yapmıştık. Aslında şu anda da tam yaptığımızdan emin değildik. Büyük patlağı kapatmıştık ama tahminimizce ufak bir patlak daha vardı. Allah’ a emanettik zaten şimdi kendi irademizde olan olaylar daha da azaldı, daha büyük bir yüzde ile Allah’a emanetti şokçular artık.

Aziz önden yokuş aşağı inişe başladık. Pedalların temposu 45 dakikadan fazladır bekleyen bisikletleri ufak bir moralle rüzgarla yarışa başlattı. Zaten sıkıldığımızdan son gaz yüklenince pedallara iniş çabuk bitti. Biraz düzlükten sonra neredeyse indiğimiz düzlük seviyesinde bir yere doğru tırmanmaya başladık. Bu arada öğle vakti yaklaşıyordu. Güneş ışınları tepemize daha dik düşmeye başlıyordu. Etrafımızda ne bir kilometre levhası, ne bir yol ayrımı, ne bir insan yada medeniyet kalıntısı, ne normal yoğunlukta trafik ne de en önemlisi su kaynağı yoktu. Sularımız özellikle molada oldukça azalmıştı.

[ Bir yazı Manzara ]

Yokuşu yavaş yavaş çıktık. Ben arada sırada kardeşimin bisikletinin ön tekerini kontrol ediyordum ve bizi tekrar uğraştırmaması için dua ediyordum. Genel olarak yolumuz tırmanışlarla geçiyordu. şu anda tırmanmış olduğumuz yokuşun tepesinde sayılırdık. Arkadan gelenler merakla önden gidenlere sorular soruyorlardı “Yol gözüktü mü? Yine mi yokuş var, düz yol yok mu kardeşim burada! ” gibi. Derken hepimiz yokuşun tepesinde şoke olduk. Manzaranın güzelliğine mi hayranlık duyalım yoksa karşımızda bizim ona yaklaşmamızı bekleyen çok uzun virajlı ve yüksek yokuşa mı üzülelim. Sağımızda Yarışlı Gölü, dağlar ve teper arasından parıldıyor. Etrafında ağaç grupları. Ortasına doğru uzanmış bir yarımada. Ama önümüze bakınca hiç de iç açıcı şeyler görmüyoruz. Kıvrıla kıvrıla ağaçlar içinden yükselen siyah bir yol. Etrafta hiç petrol istasyonu, köy evi falan yok sadece birkaç tane terkedilmiş mermer ocağı var.

Grup üyelerinden bazıları Salda’ ya boş vermemiz gerektiğini, sağımızdaki Yarışlı Gölü’ nün ona bin basacağını, zaten yorulmuş olduğumuzu, kampı burada kurmamız gerektiğini söylüyorlardı. Aslında o andaki ruh halimizi hesaba katarsak bu fikir hepimize bir nebze de olsa mantıklı gelmişti. Karşımızda sanki çıkarken öleceğimizi hissettiğimiz bir yokuş, sırt ağrılarımız artmış, suyumuz neredeyse bitmiş, yokuştan ve sıcaktan bunalmış halimiz bizi yol almamamız konusunda ikna etmeye çalışıyor gibiydi. Ama böylesine saçma bir şey yapmayacağımızı anladık inişten hızlanıp rüzgarın serinliğini hissedince.

* * * Mesut

Düzlüğe indik, karşımızdaki ürkütücü yokuşa bakıp derin derin düşünüyorduk ki önümüzde sol tarafta bir su kaynağı gözüktü. Kimisi son gaz dikenlerin arasından tozutarak, kimisi uzun yoldan hız yaparak suya önce varma yarışına başladık. Gerçekten çok susamıştık ve su gerçekten mükemmeldi, soğuktu, tadı güzeldi. Tek kötü yanı daha önce karşımıza çıkmamış olması yada az akmasıydı. Gölge yoktu ama biz suyun buharlaşırken etraftan aldığı ısıyı bizim hararet yapmış tenimizden almasını sağlayarak bu sorunu hallediyorduk. Daha doğrusu suyu kafamızdan aşağı boşaltıyorduk, ilk başta zıplasak da bağırsak da sonradan iyi oluyordu. Burada bir müddet durduk sanki suyun başında biraz daha fazla kalırsak susuzluğumuzu daha iyi giderecekmişiz gibi. Ama bu arada sıcak beynimizi kazan gibi yapmaya devam ediyordu. Bu gezi fiziksel bir mücadeleden çok psikolojik bir savaştı çoğu zaman. Ne alakası var bilmiyorum yani az önceki cümleyi kullanmamın nedeni ne diyebilirsiniz, bilmiyorum gerçekten. Hani hep derler ya bu fiziksel bir mücadele değil, bir beyin mücadelesi. Yok kardeşim pek de öyle değil, “pedala bascan gitcen” işte o kadar

Bisikletler tekrar yoldaydı. ilerlerken arada bir başımızı kaldırıp geldiğimiz, gideceğimiz yerlere yada sadece öylesine manzaraya bakıyorduk. Bisikletlerde şu ana kadar teker patlaması dışında bir teknik arıza yoktu. Problemsiz bir şekilde (teknik olarak) yolumuza devam ediyorduk. Başlarımız sıcaktan ve yorgunluktan eğik vaziyette düşük tempolu pedallamalar yapıyorduk. Kıvrımlı yokuşun mecburi oyununu oynayarak bir sağ bir sol yeşilliğin içinde yukarı çıktık. Yeni bir ufuk görecektik şimdi ama kimse ne olacağını yada neye benzeyeceğini bilmiyordu. Arkamızda muhteşem göl manzarasını bırakıp yol denen sonsuz kavramı bitirmeye çalışmaya devam ettik.

* * * Aziz

Tepenin üstüne çıkıp da yeni parkurumuzu görünce sevinelim mi, üzülelim mi karar veremedik yine geçen olduğu gibi. Tahmin edeceğiniz gibi önce ufak bir sevinç ardından uzun bir baygınlık uzanıyordu. Asfalt bize kendi dilinde bir şeyler demeye uğraşırken inişe bıraktık kendimizi ve karşımızdaki yokuşun yarı yolunda olan köye doğru harekete geçtik. Yollar güzeldi, etrafı yemyeşil ağaçlar ve sarı-yeşil tarlalarla kaplı güzel,sulak ,inişli çıkışlı yerlerden gidiyorduk artık. En azından medeniyete yaklaşmış olmanın verdiği bir güven vardı kalbimizde. Yolun sol tarafında molada karpuz yiyen bir grup köylüye danışalım dedik.

Salda’ ya bu yoldan gidiliyor, değil mi? evet abicim evet devam edin. Peki yolun gerisi de böyle yokuş mu? Hı-hı geri kalanı da aynı böyle hep yokuş.

Bizi hiç düşünmeden yapılan bu yorum bizi neredeyse ağlatacaktı. Daha önümüzde onlarca kilometre vardı ve biz gerçekten yorulmuştuk ve oradaki amcalar bize hep yokuş var dayım hep yokuş diyorlardı. Sanki bir yokuş daha çıkamayacakmışız gibi geliyordu hepimize de. Yine çadırları buraya kurma önerisi duyuldu bu sefer esprilik bir ortam kalmamıştı, kimse gülümsemedi. önümüzde düşünüp durmamıza karşın tek bir seçenek vardı : Devam etmek. ama hepimizde sanki yapabileceğimiz başka bir şey varmış gibi düşünüyorduk kızgın asfaltın üzerinde, köyün girişinde. Karar belliydi zaten. Devam edecektik ama hiç de kolay olmayacaktı. Köye doğru döndük ve bisikletler hareket etti.

* * * Mesut

Köyün içinde de iniş çıkışlar olduğu için kah yavaş kah hızlı devam ediyorduk. Yolun tepesini bile neredeyse kaplamış olan dev ağaçların koyu gölgeleri bizi mutlu etmeye yetmişti böylesine bir ortamda. Köyden çıktığımızda karşımızda uzanan dağ, ağaç, asfalt ve ova görüntüsü bize tek bir şey öğretiyordu : Artık eskisi kadar zorlamayacağız ama emin olun ki kolay olmayacak.

Bölüm 3

SHOCK POSITION

insan görmek bizi sevindirmişti (Sokçular dışındaki insanları kastediyorum tabi) . Bundan böyle yolumuzun hafif inişli çıkışlı ovalardan geçeceğini ve arada surada köylere uğrayacağımızı anlamıştık. Artık düz yollarda fazla pedallamıyorduk ve Allah’tan bir köye daha girdik.

çıkışa doğru bir bakkal gördük, hemen bisikletleri binanın yanına gölgeye koyduk. Bakkal amcadan kola-bardak vs. aldıktan sonra ufak bir muhabbete başladık Salda’ ya nasıl gideceğiz, yol hakkındaki bilgiler, yokuşlar, petrol istasyonları. Bunlar hakkında biraz muhabbet edip uzaklaştık. Bu arada benim bisikletin zincirinde yaklaşık 1 saattir bir problem vardı. Zincirin belirli bir yerinde pedal boşta dönüyor gibi oluyordu. Büyük güç ve zaman israfı oluyordu ve bisikletimin takırtılı ve sorunlu çalışması beni psikolojik olarak rahatsız ediyordu. Bu şekilde petrol istasyonuna girdik. Neredeyse burnumuzun direğini kıracak yoğunlukta bir anason kokusu vardı. Bizim yaşlarımızda bir genç ve yanında sanırım babası ufak bir kulübenin yanında oturuyorlardı. Yaklaştık. “Selamun aleykum abi” Aleyküm selam “Ya abi sizden bir şey rica edeceğim. Benim bisikletin zincirinde bir problem var da yağlayacak bir şey var mı sizde. Gerçekten çok lazım.”

Bizim yaşlarımızdaki güleç yüzlü genç babasına bir şeyler sorduktan sonra kulübeye girdi ve elinde ufak bir yağlama kutusuyla geldi. Bu var sadece dedi. Bizde olur olur dedik, yağ olsun da nasıl olursa olsun isterse zeytinyağı (!). Benim zinciri 5 dakika kadar yağlamaya uğraştık. Yağsızlıktan kurumuş ve 2 parçası yapışmış zincircağızımın. Mekanikerimizin de yardımıyla eski haline getirmeye çalıştık. Biraz alışır gibi oldu. Bir-kaç tur attım biraz iyileşmişti ama problem devam ediyordu. Neyse dedik. Bize yardımcı olan gence börek ve kola ikram ettik yolumuza bakkalın bize tarif ettiği güzergahtan devam ettik. çataldan sola döndük. Kolayı soğuk soğuk içmek istiyorduk ve artık bir molaya gereksinim duyuyorduk. Bir sulama havuzunu geçtikten sonra tarlanın birine girdik. Tarlanın etrafı büyük ağaçlarla çevrili olduğundan gölge bir yer bulmak kolay oldu. Burada mola veriyorduk.

[ Bisiklet Bir şiir ]

çantalarımızı sırtımızdan indirdiğimizde fark ettik ne kadar da fazla yorulduğumuzu, bisikletleri kenara çektik. Kolayla beraber birkaç hamur işi atıştırdık. Karıncaların ve böceklerin üzerimizde gezinmelerine aldırmadan büyük bir ağacın gölgesinde biraz kestirdik. Bir saati aşkın bir süre burada durakladıktan sonra devam etme kararı aldık ve bisikletlerle tekrar yola koyulduk. Yokuşlar ve sıcak bizi bekliyordu.

Tabelalara çok da dikkat etmiyoruz, etsek de aklımızda pek kalmıyor ama geziden sonra haritaya baktığımızda Kocapınar, çeltek, Başkuyu, çuvallı gibi köyleri geride bıraktığımızı görüyorduk. önümüzde Bayırbaşı vardı şimdi. Yokuşlarla boğuşarak önümüzde köyü gördüğümüz halde ilerliyorduk. Her tepeyi şimdi Yeşilova’yı yada Salda’ yı göreceğiz umuduyla çıkıyorduk ancak hayatta her şey insanın istediği gibi olmuyordu, en azından o anda. Derken yolun eğiminin azaldığı bir yerde hafif bir yokuş aşağı bizi rahatlattı. Ben olayı abartıp, belimin ağrısını bahane ederek çantayı direksiyonun üstüne koydum ve başımı yastık gibi çantaya yan yaslayıp manzarayı seyrederek tadını çıkardım bu yokuş aşağı olayının. Tabi arada sırada önüme de göz ucuyla bakıyordum sonuçta bisikletin üzerindesin; ufak bir taş biyük bir kazaya meydan verebilir.

* * * Mehmet ve Mesut

Dev ağaçların gölgesinden Bayırbaşı köyünü de geçtik ve çok hafif eğimli çıkış, dümdüz bir yola geldik. Rüzgar biraz artmıştı ve hızımızı kesmeye başlamıştı. Neredeyse durma hızında gittiğimizden gerçekten zorlanıyorduk. Uzun ve heyecansız ama zorlu dakikalardan sonra tepeyi aştık, karşımızda mütevazı haliyle Yeşilova belirdi. ilçeye girmeden önce bir yol ayrımından geçecektik daha doğrusu ayrımdan tek yola geçecektik. Bu ayrım dönüş için önemliydi.

çünkü dönüşte geldiğimiz yerden geri dönmeyecektik, diğer yolu takip edecektik. Neyse dedik, Yeşilova’ya girdik. Biraz oyalandık, sularımızı tazeledik ve sora sora Salda Gölü’ne nereden gideceğimizi öğrendik. Evlerin bitişinde durduk. Ben ve Mesut bizim fotoğraf makinesine film almak için bir fotoğrafçıya girdik. Oradaki güler yüzlü amcadan birkaç bilgi edindik ve kokusunu duyarcasına hafif eğimli iniş yoldan karşımızdaki Salda Gölü’ne doğru hareket ettik. Rüzgar bizi durdurmak ister gibi esiyordu ama biz yolun sonunda olduğumuzu bildiğimiz için son gaz olmasa da yola devam etmeye çabalıyorduk.

* * * Burak

Sola doğru hafif kıvrımlı bir virajı inerken gözler yolu değil sağımızdaki muhteşem göl manzarasını izliyordu. Gerçekten büyüleyiciydi. Türkiye’nin Van Gölü’nden sonra 2.derin gölü : Salda Gölü. Etrafında oldukça fazla turistik tesis bulunuyordu. Krem renkli kumsal insanın içini ısıtıyordu. Sora sora çadır kurabileceğimiz Belediyeye ait olan bir mevkiide mevzilendik. Orada bulunan bir abi bize çadır için yer gösterdi ve gölge yüzerken dikkatli olmamız gerektiğini ve kesinlikle boyumuzu geçmememiz gerektiğini, her sene burada boğulma olaylarının yaşandığını yaklaşık 1349 kere falan söyledi. Sonra bizde başladık çadırları kurmaya.

çadırları kurarken daha doğrusu kurmaya uğraşırken birkaç tane çocuk hemen bize yardıma geldiler. Abi bu çadır bizimkinin aynısı bak şöyle şöyle yapacaksınız derken bir baktık çocuklar bizi kenara iteklemişler hep birden çadırı kuruyorlar. Tabi ufak bir zaman zarfından sonra çadırlar kurulmuştu. Kazıkları taşla çakmaya uğraşırken arkamda diz boyumdan birkaç santim daha uzun minicik bir kız çocuğu fark ettim. Elinde kendinden az bir şey kısa kocaman bir çekiç tutuyordu. Teşekkür ederim abicim dedim. Gülümsedim. O ise hiçbir şey yapmadan annesinin yanına doğru yürüdü. içimden “Ah kızlar…” dedim  . Ben annesine bakıp sağolun anlamında başımı salladım. çadırın işlerini çevremizde bize yardım eden sayısız çocuk ve insan tarafından tamamladık. Bisikletler, 4 genç ve 2 çadır yeterince çaylak olduğumuzu göstermeye yetti demek ki etraftaki meraklı ve yardımsever insanların yardım bombardımanına tutulduk. Baya yorulduğumuz için çadırlarda biraz uzandık. Gerçekten rahattı. ikindi olmuştu ve hava bunaltıcıydı çadırın içinde. Ama dışarısı estiğinden biraz daha rahattı. Oradaki büfevari prefabrik binadan bir şeyler aldıktan sonra biraz serinleyelim diye düşündük. Hazırlıkları yapıp göle girdik diyemeyeceğim tam. Ayak parmaklarımız suya değince çizgi filmlerdeki efektler gibi gözlerimiz pörtlek pörtlek oldu. Su buz gibiydi. Dışarısı yanıyordu ama su soğuktu. Yahu bundan daha iyi ne var, daha ne istiyorsunuz diye düşünebilirsiniz ama derimizin tamamı suyla temas etmeden yarım saat kıyıda dolaştık desem anlarsınız belki

* * * Burak

Suda donuncaya kadar bıcı bıcı yaptıktan sonra çadırlara geldik. Bıraktığımız gibi duruyorlar, bir yere gitmemişler. Zaman hızla geçiyordu akşam oldu. üstü açık kırmızı bir mercedes kumsalda reklam filmi çekiyormuş gibi ilerliyordu. Gün batarken gayet güzel gözüküyordu kırmızı obje. içindeki amcamız bizi gece boyunca arabesk parçalardan tamamen nefret ettirecekti, o anda bunu bilmiyorduk tabi. Bir an düşündüm o üstü açık kırmızı mercedes’in içinden arabesk melodilerle göle bakan amcamız mı daha mutlu yoksa biz mi diye. Gözlerimi kapadım. Kuma uzandım ve dalgaların sesinden başka bir şey duymayıncaya kadar düşündüm. Mutlu olduğumdan emindir artık…

Sabah pek de erken kalktık diyemeyiz. Aslında çadırın içi dışarıdan daha sıcak olmasaydı öğlene kadar uyurduk. Dünün yorgunluğu hala üzerimizdeydi. Benle Mesut buna rağmen kahvaltılık için Yeşilova’ya gittik. Bisikletlerle 3 km lik yokuş bizim canımızı sıktı biraz ama yüklü erzakla geri döndük. Sabah egzersizimizi de yaptığımızdan iştahlı bir kahvaltı oldu. Daha sonra her şey bir şeylerle ilgilendi. Ben ve Mesut walkman dinledik, Mehmet ve Aziz kitap okudular. Ortalık gerçekten güzeldi. Hava sıcaktı ama ağaçların gölgesi ve hafif rüzgar bizleri rahatlatıyordu. Etraftakilerden önce kalktığımıza şaşırmıştık onca yorgunluğa rağmen.

* * * Mesut

Hemen önümüzde bir basketbol sahası vardı. Biz taa Burdur’dan 60 km lik zorlayıcı yolu kat ettikten sonra burada basket oynayacak değildik. Bisikletlerle basket sahasına biraz imza attık .Arka tekerleklerin düz betona yazdığı siyah çizgiler çok güzel görünmüyordu ama bizim hoşumuza gitmişti. Basket sahası bir an için şov alanına dönmüştü. Kimi ön tekeri havada pedallıyor, kimi kulağında walkman, mavi gözlüklerle gölü izliyor, kimi son gaz gelip tam aşağı uçacakken kazık frenle kulakları bayram ettiriyor. Sahada basket dışında bisikletle yapılabilecek her şeyi yaptıktan sonra sıcaktan bunalıp gölgeye , çadırlarımızın yanına geliyoruz. Yine herkes bir meşgale ile meşgul oluyor.

Daha sıcak tam güce ulaşmadan bir suya girelim dedik. Bari biraz serinleriz veya canımızın sıkıntısı geçer. Suya girip çıkmamız yarım saat, kırk dakika ancak oldu. Yine buz gibiydi. Yahu dünden beri hiç mi ısınmadın dedik göle. Biz bu işi anlamamıştık ya biz soğukkanlı yaratıklardık yada suyun sıcaklığı 0-5 arası bir derecedeydi. Belki ikisi de doğru değildi ama biz sudan çıkmıştık.

Madem taa uzaklardan velespitlerle buraya kadar geldik velespit turu atalım bari kumsalda dedik. Kuma bata çıka yol aldık. Gerçekten zevkliydi. çok yorucuydu buna rağmen ama olsundu. Bisikletle kuma hızlı girince 2 teker birden kayıyor bisiklet düşecek gibi oluyordu. Patinajsız yol almak olanaksızdı bazen bisikletlerden inmek zorunda kalıyorduk. Teker kuma zaman zaman 10-15 cm batıyordu ve saplanıp kalıyorduk. Dalgaların arada sırada ıslattığı kumsalla suyun dokunduğu yerden çamura izlerimizi bırakarak gidip geldik uçtan uca tabi tesis sınırları içinde. Eğlenceli bir işti bu. Ayağın hiç ıslanmadan suyun içinde gitmek gibi bir şeydi. Teknik arıza korkumuz olmasaydı bisikletlerle suya son hız girmeye yeltenecektik ama yağımızın olmadığını benim gelirken yaşadığım problemi hatırlayınca aklımız başımıza geldi. Kumsalda sonsuz kum tanesinin yerini değiştirdikten sonra tekrar çadırlarımızın yanına geldik.

* * * Mehmet

öğle yemeğini büfeden aldığımız tostla geçiştirdik. Cesaretimiz yerine gelince tekrar suya girmeye karar verdik. Bu muhtemelen son Salda suyunda ıslanmamız olacağından bu sefer kararlıydık. Tabi cesurca konuşmalar su molekülleri derimizdeki reseptör hücreleri uyarıncaya kadar sürdü. Ama işin ucunda rezil olmak vardı. Dizine kadar suya girip de sırıtarak çıkan 4 genç. Ortamdaki karizmayı ıslatmamak için biz ıslanmaya karar verdik. Aziz önderliğinde 10 saniye gibi kısa bir süre içinde herkes suyun altındaydı. Ne biçim su yaaaaa buuu!!!!! gibi bağırmaları muhtemelen bizden başkaları da duymuştu ama yapabileceğimiz bir şey yoktu. Biz şoktan dakikalar sonra ısınmayı beklerken bunun hiç gerçekleşmeyeceğini anladık. Rüzgar çıkmıştı ve soğuk rüzgar bizi titretiyordu.

Dişlerimiz birbirini değerek tıkırdaya tıkırdaya sudan keyif almaya çalıştık. Hipotermi tehlikesi atlatıyorduk. Sudan çıktıktan sonra çadıra kadar giderken donup kalmayalım diye (tamam abarttığımı biliyorum ama gerçekten soğuktu, biz çıktıktan 10 dakika sonra suda onlarca kişiden kimse kalmamıştı.) kendimizi kuma gömdük. Biraz Salda’ yı seyrettik. Daha sonra çadırlarımıza döndük. Güzel bir gündü ve daha bitmemişti. Akşama doğru bisikletlerle yine göle indik. Baya uzun bir müddet etraf karanlık oluncaya kadar gezindik. Tadını çıkardık ortamın. Güneş batarken manzara inanılmazdı. Akşam yemeği ve kimi walkman dinledi, kimi gezindi, kimi de ikisi. Yarın zor bir gün olacaktı. şokçular erkenden yattı halbuki dışarıda gece daha yeni başlıyordu.
n
Güneş doğarken çantalar hazırlanmıştı, çadırlar toplanmış, hazırlıklar tamamdı. Geri dönüş yolculuğunun başlamasına saniyeler kalmıştı. Buraya gelirken zorlandığımız yokuşların tadını çıkarma zamanı yaklaşıyordu ve yine yollar ve bisikletler vardı. Bugün de hayatımız boyunca unutamayacağımız farklı bir tecrübe ekleyecektik kısa öykü kitabımıza. Benim gitmeden önce yapmayı planladığım bir şey vardı. Kamp boyunca (1.5 gün ) bize yardımcı olan komşulara ufak bir mesaj. Ayağımla çadırları kurduğumuz yere, tebeşirle yazı yazar gibi TEşEKKüR yazım ve diğer şokçular’ da ok işaretleriyle yardımcıları gösterdiler.

Vakit kaybetmeden yola çıktık. Yeşilova’ya kadar 3 km lik bir yokuş bizi asfalta ısındıracaktı. Bizi pek etkilemedi doğrusunu söylemek gerekirse. çünkü şokçular bugün hazırdı, idmanlıydı ve neşeliydi. Gezi heyecanımızdan bir şey kaybetmeden devam ediyordu ve dönüş yolculuğu çok eğlenceli olacaktı. çok yorulmadan güzel manzaralı kilometreler arkamızda kalacaktı ve arkadaşlarımıza anlatacağımız bir ton güzel anı toplayacaktık bu uçsuz bucaksız topraklarda.

[ Bir yazı Doğruyu Bulmalısın ]

Uyanmamış Yeşilova’nın içinden hızla geçiyoruz ve iyi bir mekandan sularımızı tazeliyoruz. önümüzde yol uzanıyor ve daha hava soğuk. üzerimizde T-shirtlerin korumalığını üstlenen sweet shirt ve eşofmanlar var. Yeşilova’dan çıkıp bir sürü köyün bulunduğu yola giriyoruz. Az bir zaman sonra Salda’ ya gelirken dikkat çektiğimiz çatala geliyoruz. Farklılık olsun diye ve birkaç kişiden daha az inişli diye duyduğumuz yoldan devam ediyoruz. Hacılar’ a çıkacağız bu yoldan. Ama yine de kimse tam olarak nereden gideceğimizi bilmiyor. Tabelalardan başka yardımcımız yok bu konuda. Yola koyuluyoruz.

önümüzde gerçekten de pek engebeli olmayan yani bisikletler için oldukça avantajlı bir yol var. Hızla yol alıyoruz. Güneşin bize verdiği zamanı iyi kullanmak istediğimizden her şartın ilerlemeye uygun olduğu şu sabah anlarında hızımızı düşürmemeye gayret ediyoruz. Uzun bir süre su bulamadıktan sonra ilk kaynakta baya oyalanıyoruz. Ufak köylerin yanından geçiyoruz. Yol güzel. Sabahçı, tarlaya gitmekte olan köylülere selam veriyoruz. Trafik, traktörlerin sıralanmasından ibaret bazı yerlerde. Pek de sıra dışı olmayan ama zevkli mesafelerden sonra bir havlama sesiyle alarma geçiyor şokçular.

Arkamızdan bizi takip eden kahverengi şeyin büyüklüğü sesinden anlaşılmasına karşın grup üyeleri tedirgin olmamak için bakıyorlar. Ufak bir köpek olanca hızıyla bize kafa tutarcasına havlayarak peşimizden geliyor. önce yola devam etmekten başka bir seçenek görmüyoruz. Köpek ısrarlı bir şekilde bizi takip ediyor. Koşarken harcadığı enerji yetmiyormuş gibi bir de havlayarak yoruluyor. Bisikletler 2×6 viteste normal hızın biraz üzerinde seyrediyor. Yokuş aşağı inerken arayı açıyoruz ama düz yolda farkı kapatıyor köpekçik. Hatta bazen yetiştiği bisikletin önüne geçmeye kalkıyor. Artık dayanamıyoruz ve duruyoruz. Köpek heyecanla havlamaya devam ediyor, oynamak istercesine etrafımızda koşturup duruyor. Susamış olabilir diye düşünüyoruz.

* * * Aziz

Aziz asfaltın üzerine yeni doldurduğumuz sudan döküyor. Köpek önce iştahla suyu yalamaya çalışıyor. Su verecek kabımız olmadığı için asfaltın içindeki mucurlardan oluşmuş ufak havuzcuklarla yetinmek zorunda kalıyoruz. Herkes suyundan biraz fedakarlık edip ufak bir gölet oluşturuyor. Ama köpekçik pek ilgilenmiyor, sanki tüm derdi oynamakmış gibi etrafımızda koşuyor, ayaklarımıza dolanıyor, heyecanla yüzümüze bakıyor. Biraz kraker veriyoruz. Birkaç tanesini yiyor ama gerisine dokunmuyor. şu anda bir nohut tarlasının kenarında olduğumuzdan ve köpekçiğin kendisi de ufak olduğundan ona “Nohut” adını veriyoruz. Yola devam ediyoruz. Bizi bırakmasını ümit ettiğimiz küçük hayvan bağırarak hala peşimizden geliyor. şokçuların kaybedecek zamanı olmadığı için Nohut’ la fazla oynayamıyoruz. Ama onun için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Peşimizden devamlı koşuyor. Hızımızın yüksekliğine aldırmadan koşar adım geliyor. Ara bazen açılıyor bazen kapanıyor. Gölgede bir sulama havuzu ilişiyor gözümüze. Hemen duruyoruz bu ufak havuzdan su içmesini bekliyoruz Nohut’ un. önce her zaman yaptığını yapıyor, bizimle oynamaya çalışıyor ama zor da olsa ona suyun yerini gösteriyoruz. Kana kana suyunu içiyor Nohut. Gülümseyerek izliyoruz. Sonra çantalarımızda kalan, köpekçiğin yiyebileceği şeyleri çıkarıyoruz. Biraz kendimiz atıştırıyoruz, biraz ona veriyoruz.

Krakerlerden bizim oyun amaçlı attıklarımızı yiyor ama önüne sakince koyduklarımızı yemiyor. Kafasını karıştırıp diğerlerini de yedirme yarışına giriyor şokçular. Bir krakerle üç kraker yedirttim gibi artistik laflar dolaşıyor ortalıkta. Güneş görünmeye başladığından gitme zamanımızın geldiğini anlıyoruz. Nohut’un ufak bir mantık kırıntısıyla burada suyun yanında kalması gerektiğini söylüyoruz ama anlamıyor. Bazılarımız üzerini değiştiriyor ve yolun tekrar gözlerimizin önünde uzandığını fark ediyoruz.

Bölüm 4

SHOCK POSITION

Nohut peşimizde yola devam ediyoruz. Sabah sabah 4 bisikletli, çantalı, turist kılıklı genç ve peşlerinde havlayan ufak bir köpek; tarlada çalışan köylülerin meraklı bakışları arasında ilerliyor. Gezimize renk katan Nohut’a içimiz ısınıyor ama aynı zamanda onun yaya bizim bisikletli olmamız bizi biraz rahatsız ediyordu. Peşimizden, aramızdan kimsenin bilmediği bir meçhule doğru ilerlerken, belki hiç düşünmüyor bunları küçük Nohut.

Peşimizden koşan köpekçiğe hiç belli etmesek de grup üyeleri olarak biz ona çok acıyorduk. Yolun geneli yokuş aşağı yani inişlerle dolu olduğu için Nohut mesafeyi korumakta güçlük çekiyor ve ara fazlasıyla açılıyordu. Hiç kesmediği havlamasıyla peşimizden koşması bizi rahatsız ediyordu. Hayvancağız belli ki oldukça yoruluyordu.

önümüzde, uzakta bir köy görünüyordu. Nohut’u hiç istemesek de buraya bırakıp gitmeye karar vermiştik. çünkü bizim peşimizden gelirken nerede kesileceğini ve duracağını bilemezdik , tempomuza ayak uydurması imkansızdı. Yaklaşık 10 km dir peşimizde havlamasına rağmen önümüzde Burdur’a 30-35 km den fazla yol vardı. Açlık ve susuzluktan biraz olsun emin olabileceği bu ilk köyde bırakmaya kararlıydık Nohut’u. Sıcak çok fazlaydı biz de yorulmuştuk uzun bir yokuş aşağı tamamladıktan sonra önümüzde köy görünüyordu açıkça.

* * * Köy Camisi ve Nohut (ortada, görünmüyor)

* * * Burak ve Aziz

Yalnız bir eksik vardı: Nohut! Uzun bir süredir hep sesini duyduğumuz sevimli köpek neredeydi, onu burada bırakacağımızı anlamış mıydı yoksa çok mu hızlı gelmiştik, izimizi mi kaybetmişti. Tepenin üzerinde durduk. Mesut ve Mehmet önde Nohut’u aramaya başladık gözlerimizle. Bizim yolumuzu kaybedip de başka bir yola saptığını gördük. Köye çok yakındık bu mesafeden köyü bulabilirdi ve belki yeni sahibi ona iyi davranırdı ama yine de Nohut’u burada bırakmadık. Bağırarak bizi görmesini sağladık ve koşar adım bize geldiğini görünce sevindik yalnız biz birbirimize bakıp gülerken bize baya yaklaşmıştı. Onu burada bırakmamız gerektiğini hatırladık , hemen bisikletlere atladık ve son pedal aşağı bıraktık bisikletleri. çok hızlıydık, bize yetişmesi mümkün değildi, biraz hüzün, biraz sevinçle indik aşağı.

* * * Su doldururken

Köyün içinden uzun ve hızlı bir inişten sonra köy camisinde durmaya karar verdik. Asfaltta siyah izlerimizi bırakarak durduk. Tuvalet, su, dinlenme ihtiyaçlarından sonra tam gidecekken ,ne olsa beğenirsiniz, Nohut tin tin geliyor. Gözlerimize inanamadık şokçular olarak. Bu gezide bir kez daha şoke oluyorduk. Hayvancağız bu sefer çok fazla yorulmuş, nefes nefeseydi. Hala gözlerimize bakıp ayaklarımıza dolanıyordu. Aziz ve Mesut su vermek için bir kap buldular ve Nohut kana kana suyunu içti. Biz onun burada kalmasının onun için en iyisi olduğunu biliyorduk ama bunun ona anlatmamız mümkün değildi. Suyunu içtikten sonra bir köşeye elimizde kalan son yiyecek ve krakerlerden koyduk ve sessizce hepimiz bisikletlere atladık. Son gaz inecektik. Aksilik 2-3 traktör beyinsizce trafiği kapatmıştı hızla aralarından geçtik , arkamıza baktığımızda Nohut’un yine peşimizde olduğunu gördük. Ama bu sefer ayrılık kaçınılmazdı. önümüzde birkaç kilometrelik çok uzun ve çok hızlı bir iniş vardı. Rüzgar sesi Nohut’un uzakta kalan sesini bastırıyordu ve biz üzülüyorduk gerçekten ama bir yandan da içimiz rahattı. Bizimle gelmesini istemek bencillik olurdu grup için, çünkü bizi yaşam sevinciyle mutlu etmesi karşılığında onu ıssız bir ovada hareketsiz yatarken bırakmak zorunda kalabilirdik. Sevimli yaratığın beynimin içinde yankılanan çığlıklarını bastırabilir ümidiyle walkman in sesini açtım. Ama yapamıyordum.

* * * Su doldururken

Bir süre gezinin en mükemmel, en güzel, en hızlı yollarından bu düşüncelerle geçtiğimiz için tadını çıkaramadık ortamın. çok garip bir geziydi bu… Yorgunluk başarıyla, sevinç üzüntüyle, hız sakinlikle, dikkat dalgınlıkla bir aradaydı. Kafamız karışıktı genelde ama zihnimizin boşalması için çok uğraşmamız gerekmiyordu. Genç ruhlarımız bize gideceğimiz yönü gösteriyor, biz de tamam diyorduk. Yenilmiştik aslında bir iradesizlik hissediyorduk kendimizde. Yenilmiştik, gruba yenilmiştik. Bundan mutsuz değildik belki hoşumuza bile gidiyordu.

[ Bir yazı Manzara 2 ]

Hayatımızın kontrolünü bir an için bırakmak güzeldi. Sanki rahatlamıştık. Her gün verdiğimiz gibi binlerce gereksiz ve sinir bozucu kararlar veriyorduk kendimizce. Rahattık, boşluktaydık, grupça sevinip, grupça üzülüyorduk. Bu, 4 bisikletin arka arkaya gitmesinden bambaşka bir şeydi, bir yaşam tarzıydı. Kendimizi hayatın sırrına ermiş bilgeler gibi hissettiğimiz anlar oluyordu. Her güzel şey gibi bu gezi de kısa sürüyordu ve biz bunun değerini biliyorduk. Elimizden kaçmadan önce yaşıyorduk “o an” ı doyasıya. Etrafımızdaki her şeyin bizim için tasarlanmış olduğu ortadaydı. çünkü istediğin zaman her şeyden bir ders çıkarabiliyordun, onunla üzülüp, onunla sevinebiliyordun. Etrafımızdaki bitkiler, dağlar, taşlar, güller tüm canlı cansız -her şey- bizimle uyum içindeydi. Bu evrensel ahengi yakalıyorduk bu gezi. Bundan da çok mutlu olduğumuz kesindi.

* * * Mesut

Muhteşem yeşil dev ağaçların ve tahtadan çok estetik bir oturağın dibinde akan çeşmenin yanından son hız geçerken elimiz frene değmiyor bile. Nohut bize hala yetişebilirdi. O zaman işler daha da zorlaşırdı. Sağımızda ağaçların arasından zaman zaman gördüğümüz kadarıyla Yarışlı Gölü parlıyordu. Güneş, ağaçlar, göl ve dağlar inanılmaz bir denge ile göz merceğimizden içeri giren ışınlardan öte bize ilham veriyordu. Yine ağaçlarla kaplı ufak bir köye geldik. Yarışlı Köyü’ne yavaşça girdik. Kenarda ufak bir çeşmeden sularımızı doldurduk. Fotoğraf çektik. Mesut ile Aziz geçici olarak bisikletleri değiştirdiler. 2-3 dakika sonra Mesut ön-amortisörün farkından büyülenmişti. Yine bir gölgede durduk, daha yeni mola verdiğimiz halde. Gölün güzelliğini bir fotoğraf karesine ne kadar sığdırabildiysek o kadar sığdırmaya çalıştık. Yola devam ettik. önümüzdeki ovanın üzerinden dümdüz ilerleyen siyah yola takılı kaldı gözlerimiz. Karşıda dağlar uzakta olduğundan gökyüzünün maviliği üzerlerine sinmiş gibi görünüyordu. Sağımızda, gölün arkasında, Salda’ya giderken çıktığımız yokuşlar görünüyordu. Eskiyi hatırladık biraz, yol çizgileri arkamıza geçmeye devam ediyordu.

* * * Burak

* * * Mehmet

* * * Aziz

çok az eğimli ve virajlı yolun sonunda bir nokta gibi Hacılar Köyü görünüyordu ama ondan önce Düğer Köyü’nün içinden geçecektik: Yol gerçekten uzundu ama yokuş olmadığı için ve şokçular formda olduğu için normalin üzerinde bir tempoyla yol alıyorduk. Hafif bir rüzgar elinden geldiğince bizi serinletmek istiyordu. Bu hız ve rüzgar vücut sıcaklığımızın artmasına izin vermediğinden fazla suya ihtiyaç duymuyorduk, hiç mola vermeden kimi müzik dinleyerek, kimi sadece rüzgarı, düşüncelerle ilerliyorduk, şokçular; yani biz. Etrafta ne bir çeşme ne de bir gölge vardı ama kimse umursamıyordu, çünkü hem yorulmamıştık hem de yol almak için şartlar güneş dışında iyiydi. Tek sorun bel ağrısıydı. Ağır çantalar, içinde bir sürü pense, tornavida, anahtar gibi tamir aletleri, battaniye gibi hacim ve kütlesi fazla olan eşyalar ve giysilerimiz bulunuyordu. Bu şekilde uzun bir müddet yola devam ettik. Ufak bir çeşmeden suları tazeledik ve birkaç kilometreden sonra Düğer Köyü’ndeydik. Cadde üzerindeki onlarca köylünün inceleyici ve garipseyici bakışları arasından vurulmadan geçtik. ileride tenha bir yerde gölgede durduk. Su içtik, üzerimizdeki fazlalıkları çıkardık. Genel bir kontrol yaptık ve fazla oyalandığımızı düşünerek yola devam ettik.

Son derece bozuk köy yolundan ilerledik ve az bir zaman dilimi içinde köyden çıkmıştık. Artık önümüzde Hacılar vardı. Yolumuz hafif yokuş olmuştu, tempomuz biraz düşecekti ama olsun. Böylece heyecansız ama emin metreler geride kaldı. Geniş ovada tek başına gibiydik bazen.

* * * Yarışlı

Hacılar Köyü çok yakındı. Gidiş doğrultumuza dik bir hizada duran dağların dibinden geçen ana yol görünüyordu. Sağ tarafta Karaçal’a doğru giden yol, aşağıda ağaçlardan, tarlalardan oluşan ve mavimsi dağlara kadar ulaşan bir uyum gözlerimizi büyülüyordu. şapkaların altında dışarıdaki sıcaklığın gerçekten de fazla olduğu belli oluyordu. Vücutlarımız bu farkı dengelemek için çok daha fazla terliyordu ve biz de suya daha çok ihtiyaç duyuyorduk. Yüzümüze yumuşakça dokunan rüzgar hızımızı bildiriyordu bize. Hacılar Köyü’ne dahil evler başladı ve biz kerpiçten yahut yeni betonarme evlerin arasından bozuk, dar köy yolundan ilerliyorduk. Köy ahalisinin toplandığı kahvenin yanından geçerken garipsendik yine. Tam anayola çıkarken soldaki buz gibi sudan depoları doldurduk. Solucan Takibi’nde bıraktığımız kadar soğuktu. Bir senede hiç değişmemişti su, belki biz de değişmemiştik, bilemiyorum ama sanki tek değişen şey zamanmış gibi geliyor insana. Ana yola trafiği kontrol ettikten sonra temkinli ve seri bir şekilde çıktık.

Karşımızda nöbet tutarken bizi izleyen jandarmaya başımla selam veriyorum. Tempoyu oturtuyoruz hemen düz ve asfalt yolda, hızımız artıyor. Sağımızdaki büyük üzüm bağlarının görüş alanımızdan kayıp geçişini izliyoruz. Sanki bir bilgisayar oyunundaymış gibi aynı hepside. ilerliyoruz. Banketten gitmek yerine yavaş yavaş birinci şeridi işgal eden traktörü geçerken ufak bir trafik problemi yaşıyoruz. Yassıgüme Köyü’nden de çıktıktan sonra devam ediyoruz. Yola alıştık ne de olsa. Belimiz bizi rahatsız etmeye devam ediyor her şeyden fazla. Güneş, yorgunluk, susuzluk, yolun pürüzü ve yokuşları…

* * * Burak ve Aziz

Yolun sağ tarafından ilerlerken 2 gün önce bıraktığımız izlerin hala silinmediğini farkettik bankette. Yüzümüzde gülümsemeler belirdi. izlerimiz kaybolmadan geri dönüyorduk ait olduğumuz yere. Köy sınırlarından çıktık ve sola doğru Avrupa standartlarında içe doğru eğimli virajı rahatça aldık. Virajın bitişinde bir gölgeye sığınıyoruz. Burdur’a oldukça yaklaştık. Burdur Gölü karşımızda görünüyor. Gölgede oldukça yorulduğumuzu anlıyoruz ve zaman kaybetmeden bisikletleri eğime bırakıyoruz.

* * * Salda

Ben grubu işte geldik bundan sonra yokuş yok diye gaza getirirken bir yeri unutmuştum. Yoğun bir trafikle beraber hızlıca bir süre yol aldıktan sonra karşımızda yükselen yokuşa : Bu ne ya? dedik şokçular olarak. Ben ufak bir noktayı unuttuğumu anladım tabi çok dik yokuşu ve başlangıcındaki köprüyü görünce. Biraz pedallara yüklendik bisikletler biraz hızını alsın diye ama ufak bir rüzgar bile hızımızı sınırladığından çok da fazla bir işe yaramadı bu. Yavaş yavaş vitesleri düşürerek 1. vitese kadar indi bisikletler. Neredeyse durma hızında gidiyorduk. Hızımızla gelmemiz biraz işe yaramıştı. çok zorlanmadan tepeyi aştık ve tekrar gideceğimiz yeri ufukta gördük. Artık yokuş aşağıydı uzun bir süre bisikletlere dokunmadan bizi kilometrelerce götürecekti. Ancak ondan sonra da yine kilometrelerce uzunluktaki son yokuş başlayacaktı.

[ Rüzgar 2 Bir yazı ]

* * * Memoli ve Mesut

Burdur’a girdiğimizi belirten yokuş. Petrol istasyonlarının yanında son hız arabalarla yarışırcasına geçtik. Yeni dökülmüş asfalt daha yapışmamış, mucur üzerine bu hızla gitmek çok tehlikeliydi ama kimsenin fren yapası gelmiyordu. Geniş ve mucurlu yolda yolculuk uzun sürmedi. Burdur Gölü’ne çok yaklaştık ve göl harikaydı. Fotoğraf çekmek için yolun soluna geçtik ufak bir patikadan downhill’ imsi bir iniş yaptık.

* * * Burdur Gölü ve şokçular

* * * Aziz

Orada piknik yapmakta olan yaşlı bir çift vardı. Onlardan rica ettik bizim bi fotoğrafımızı çektiler. Biraz onlarla sohbet ettikten sonra bir an önce eve ulaşma isteği dinlenme isteğine baskın çıktı ve bizde bisikletlerin tekerlerini topraktan sert zemine çıkardık. Yokuş yukarı çıkıyorduk, o yüzden bir limit hızı geçemiyorduk, zaten enerjimiz de azalmıştı. Olimpik (!) yüzme havuzu, polis evi, piknik alanı derken karşımızda Burkent sitesi göründü. Beyaz beyaz sıralanmış apartmanlar Burdur’un işaretçileriydi. Bu bizi biraz rahatlatmış olacak ki geniş gölgede mola verdik. Hemen kendimizi yere attık ve uzanarak yoldan gelene geçene baktık. Baya uzun bir müddet burada oyalandıktan sonra ben bisiklet zincir tamir aletini Mesut’e vereyim dedim. Atalay -bizim resmi parçacımız-  ‘dan ödünç almıştık aleti. çantaya şöyle bir baktım, bulamadım. Sonra kendi çantamı ve kardeşiminkini didik didik aradım. inanılmaz bir şekilde bulamadım. Sanırım unutup bırakmışım o hayati aleti evde. Yani o kadar yolu zincir garantimiz olmadan kat etmiştik. üstelik benim bisiklette bir ara zincir problemi meydana gelmişti ve halledinceye kadar canımız çıkmıştı. Dağın başında bisikletlerin tekeri patlasa ki patladı yapabilecektik, direksiyon yerinden çıksa onu bile yapabilecektik ama zincir kopsa öylece baka kalacaktık yada tornavida penseyle dakikalarca uğraşacaktık. Büyük bir şans eseri evde unuttuğum zincir tamir aletine hiç ihtiyacımız olmamıştı.

* * * Burak ve Aziz

* * * Memoli (ters?!)

Uzun molayı sonunda bitirip, şehre doğru yola çıktık. Yavaş tempoda, zorlayıcı yokuşlara ne kadar alışsak da ilerlemeye çalışıyorduk. Yerler daha tanıdık geliyordu, evde olduğumuzu daha çok hissediyorduk. Güneş halen tepemizde parlıyordu, güneş gözlüklerinin ardından şehrin önümüzde ortaya çıkışını izliyorduk.

* * * Mesut

Bir gezi daha bitmişti. Kendimize göre oldukça eğitici, öğretici, eğlenceli, maceralı, heyecanlı, unutulmaz bir şeydi. Hayatımızdaki en karizmatik yaşta (1 böylesine güzel bir anı bırakmak benle Mesut’i çok mutlu ediyordu. Bu gezide de başımıza gelmedik kalmamıştı; teker patlaması, zincir problemi, beklenmedik dimdik yokuşlar, bitmeyen rampalar, susuzluk, aşırı sıcak, gölgesizlik yani bizde fazlasıyla bulunan maceracı ruhtan mahrum olanların ahmakça rezillikler diye tanımlayacağı binlerce şey. Ama biz kesinlikle çok eğlenmiştik ve hafızamızda hiç unutulmayacak hoş şeyler yerleştirmiştik. Arkadaşlığın önemini daha iyi anlamıştık, yardım etmeyi ve paylaşmayı… Hayatın sıradanlığından birazcık da olsa kurtulmak bizi rahatlatmıştı, hepimizi yani şokçuları.

[ Zıtlıkların Dostluğu Bir yazı ]

Her gezimin bitiminde olduğu gibi şu anda da sevinçle üzüntü bir aradaydı. Bir geziyi başarıyla tamamlamanın sevinci ama artık bitmiş olmasının üzüntüsü, kilometreleri geride bırakırken güzel anıları beraberinde getirmenin sevinci, “o an” ların geride kalmış olmasının ve bir daha o halleriyle hiç yaşanmayacaklarının üzüntüsü. Ama gerçekten iyiydi bu gezi. Hepimizin hayat çizgisinde hep büyük bir çentik olarak kalacaktı ve bu sene geçirdiğimiz en özel 3 gün olacaktı. Yorgunduk ama mutluyduk, terliydik ama sağlıklıydık, hala yoldaydık ama vardığımızı biliyorduk, ilerliyorduk ama geçmişi unutmuyorduk, unutmayacaktık. Sol tarafımızda tanıdık bir mavilik takip ediyordu bizi: Burdur Gölü. Bize gezimizin başında destek olan, bizi gaza getiren ve şimdi bize hoş geldin diyen büyük su kütlesi. Her şeye farklı bir gözle bakıyorduk bundan böyle, hayata bakış açımız değişmişti. insanlara, hayvanlara, bitkilere hatta cansız nesnelere bile eskiden olduğu gibi yaklaşmıyorduk.

* * * Mehmet

Hayat buydu belki de yaşamın sırrı da buydu. Sevdiğin insanlarla, sevdiğin yerlerde, sevdiğin işleri yapmak. Sevmek ve sevilmek. Mutlu olmak ve mutlu etmek. Umutlandırmak yaşamı.

Sevinmek, hayatla sevinmek. Buydu işte aslında yaptığımız, bu kadar basitti, bundan ibaretti. Ama kendimizi iyi hissetmemizi sağlıyordu. Aslına bakarsanız gerisi pek de umurumuzda değildi.

Burak Bakay
2002 Yazı
Bitiriş Tarihi : 15 Eylül

Köşedeki tüm yazılar :

toz ve çamur


Köşeler

En Son Yazılar